Bir Odadaki Dünya

Geçtiğimiz günlerde geçte olsa izleme fırsatı buldum. 12 Kızgın Adam. 1957 yapımı, siyah beyaz bir film… Ama ilginçtir, zamanın tozunu hiç taşımıyor. Sanki dün çekilmiş gibi capcanlı.

Film, neredeyse baştan sona tek bir odada geçiyor. On iki jüri üyesi, bir gencin kaderini tartışıyor. İlk bakışta sıradan bir mahkeme draması gibi görünebilir. Oysa perde açıldıkça insanlığın bütün çıplaklığıyla karşımıza serildiğini fark ediyorsunuz.

Oradaki her jüri üyesi, aslında bize tanıdık. Bir köşede öfkesine yenilen biri var; diğer köşede kalabalığa uyan, düşünmeden “evet” diyen biri. Bir başkası susarak arada kaybolmayı seçiyor. Her biri toplumun farklı bir yüzü. Ve biz izlerken kendi çevremizi, belki de kendimizi görüyoruz.

Beni en çok etkileyen şey şu oldu: Tek bir kişinin sesi, bütün tabloyu değiştirebiliyor. Çoğunluğun baskısı altında susmak kolaydır. Ama bir insan çıkıp da “Durun, acele etmeyelim” dediğinde, adaletin kapısı aralanıyor. İşte o an, filmin sahnesinden çıkıp hayatın ortasına düşüyor. Çünkü biz de her gün küçük jüri odalarında yaşıyoruz. İşyerinde, ailede, sokakta… Kararlar veriyor, insanlara dair hükümler kesiyoruz.

“12 Kızgın Adam” bana şunu hatırlattı: Adalet büyük mahkemelerde değil, küçük anlarda başlar. Birine haksızlık etmemek, önyargıyla yaklaşmamak, kalabalığa uymadan doğruyu savunmak… Belki de gerçek cesaret budur.

Bugün dönüp bakınca, o siyah beyaz film aslında rengârenk bir ders veriyor: İnsan değişmese de, vicdanın ışığı her zaman yolu aydınlatıyor.