Nereye Gidiyoruz?

2000’li yılların başına bir gideli, ya da onun bir tık öncesine…

Cep telefonu hayatımıza yeni giriyordu. Herkeste yoktu. Haliyle cep telefonu faturası diye bir giderimiz de yoktu.

Keza internet yaygın ve herkesin evinde olması gereken bir şey değildi. Dolayısıyla internet faturası olmadığı gibi sürekli güncelleyip model yükselteceğimiz tablet, laptop v.s. gibi ekstra giderlerimizde yoktu.

Televizyon izlerdik ama öyle 8k olsun, android olsun, kocaman olsun gibi dertlerimiz de yoktu. Dolayısıyla Netflix, Puhu v.s. gibi bir dijital abonelik faturamız olmazdı.

Dört yanımız zincir coffee markaları ile donatılmış değildi. Çay ocağında çay bardağında nescafe içer kahve içtik derdik. Bugün gibi kahve içip hatırı sayılır ücretlerle sosyalleşme zaruriyeti hayatımıza girmemişti.

Her sene tatile gitmenin hayalini kurmazdık. Şimdi olduğu gibi senede bir kaç kez bir yerlere kaçalım diye baskı yoktu üzerimizde. 2,3 yılda bir bir yere gidersek ki çoğu zaman o yer bir tanıdığın yazlığı olurdu ve kendimizi şanslı sayardık.

Öyle oturduğumuz yerden market siparişi veremezdik. Bizzat kalkıp gitmemiz lazımdı. Her yere ayrı ayrı gitmesek bile kıymayı kasaptan, meyve sebzeyi pazardan, ekmeği fırından alırdık. Bu işi şimdi bizim için yapan uygulamalara komisyon farkı diye bir ücret ödemezdik.

Sosyalleşme dediğimiz şey mekan ya da platform değil insan odaklıydı. İnsanlar eş, dost,akraba ziyaret eder, hiç bir şey olmasa dahi adalar ya da hamamyolunda Ailecek yürüyüşler yapar, 2 top dondurma ile zahmetsiz ama verimli zamanlar geçirilirdi.

AVM diye bir şey bilmezdik. Mesai saatleri ise akşam odaklıydı. Sizi bilmem ama ben kepenklerin kapanma sesiyle birlikte insanın kendiyle baş başa kalabildiği o huzurlu saatleri çok net hatırlıyorum.

Kitap okumak, okuyabilmek büyük bir nimetti,
Ezbere bildiğimiz şiirler, hep beraber söylediğimiz şarkılar olurdu…

Çünkü insanın insanla yaşadığı o zamanlara edebiyat, sinema, müzik gibi değerler bugüne kıyasla inanılmaz nitelikli, inanılmaz üretkendi.

İdeolojiler halen daha yıkılmamıştı.

Dünya google maps gibi kolayca kavrayabileceğimiz, yurtdışı ha deyince gidebileceğimiz bir yer değildi.

Siyaset yine sancılı ama bugünkü kadar ilkesiz, seviyesiz, tu kaka bir yapıya bürünmemişti.

Sokaktan çocuk sesleri eksik olmaz, komşuluk akrabalıktan değerli, güven, yardımlaşma, samimiyet gibi duygular henüz tedavülden kalkmamıştı.

Şehit verince sokaklar dökülüp acıyı, milli takım yenince sokaklara dökülüp coşkuyu yaşayabilecek kadar bir ve bütündük.

İsyanlarımız değerliydi. Sokaklar değerliydi. Ticaret daha etik ve insaflı rekabetler üzerine inşa ediliyordu.

Her şeyi bulamıyorduk evet, mesela Japonya’da meşhur olan bir ürünü bilmediğimiz için bizde de olmalı diye hayıflanmıyorduk.

Her şeyi bulamıyorduk ama her şeye sahiptik sanki…

O gün ile bugünü kıyaslarken yazacaklarımı sayfalar dolusu devam ettirebilirim. Ama bu yazdıklarım ben ve benim gibi 80’ler kuşağının tadı damağında kalmış yaşanmışlıkları için yeterlidir diye düşünüyorum.

Peki, bunları neden yazdım?

Birincisi bugün her şeye sahipken hiçbir şeyi olmayan insanlara dönüştük.

Hayatımıza giren her yenilik aslında bizi ona dair faturaları ödemek için yarış atı gibi çalıştıran metalara döndürdü.

Çok sosyal gözüken ama içinde insan olmayan sosyalliklere gömüldük.

Yapay zekaya şaşırıyoruz ama internet ve sosyal medya ile yapay insanlara dönüştüğümüzü anlamayacak kadar boktan bir ekosistemin içine hapsolduk.

Sevmek ve sevilmek gibi kaygılarımız olmadığı için sahicilikten uzağız.
Haliyle edebiyatımız, müziğimiz, sinemamız bile toprağımız gibi kurak ve verimsizleşti.

Mesai dediğimiz şeyin artık saati yok.

Her şeyi kaçırıyor gibi histerik, huzursuz, kendinden uzaklaşmış insan topluluğuyuz…

Yukarıda yazmadım ama eski flörtlerin masumiyeti ve estetiği bile yok hayatımızda.

Ve en kötüsü sürekli başkalarının bahçesini seyrediyor o bahçenin toprağını pisliyoruz.

Kimileri ilgi manyağına dönüştü. Öfkesini, özgüven eksikliğini, sevgisizliğini sürekli başkalarına kusur bularak tatmin etmeye çalışıyor, kimileri etkileşim derdiyle tüm zerafetini ayaklar altına alıyor.

Nereden geldiğimiz belli ama nereye gittiğimiz meçhul bir kayıkla yol alıyoruz.

Dur diyen, çüş diyen, uyaran, zahmete girme ihtiyacı duyan bile yok.

Çözüm? İnanın bende bilmiyorum.
Herkes kadarım, herkes gibiyim, herkes gibi şikayetçiyim sadece…
Tek farkım herkesten bir tık şanslı bir konumda olarak daha çok insana ulaşabilip, bir tık daha yüksek sesli isyan edebiliyorum.

Ama bu kadar sağır vicdan ortasında sesin yüksekliği ne anlam ifade eder farkındayım.

Sevgilerimle…