Hepimiz hayatımızda en az bir kez yalan söyledik. Kimimiz kendini korumak için, kimimiz birini koruduğunu sanarak. Ama yalan dediğimiz şey, bazen pembe olur, bazen simsiyah. Renklerini biz veririz.
“Pembe yalan” dedikleri aslında en masum görünenidir. “Kırılmasın diye söyledim.”, “Beni merak etmesin.” ya da “Mutlu olsun istedim.” gibi süslü cümlelerle örteriz. Ama yalan, pembe de olsa gerçekte gri bir sis gibidir. Ne tamamen karanlık, ne de aydınlık... Fakat eninde sonunda gözün önünü kapar.
Büyük yalanlar ise farklıdır. Bilinçli, planlı ve hesaplıdırlar. Çoğu zaman bir gerçeği örtmek için değil, yeni bir gerçek yaratmak için söylenirler. İşte bu yalanlar ilişkileri, dostlukları, hatta toplumları bile çökertir.
Yalan söylemenin beyinde iz bıraktığı da bilimsel olarak kanıtlanmış. İlk yalan söylendiğinde vicdan alarm verir, ama zamanla bu alarm sesi kısılır. Beyin yalanı alışkanlığa dönüştürür. Bir zaman sonra kişi doğruyu söylemeyi bile unutur.
Ama bazen yalan, bir ihtiyaç gibi gelir insana. Gerçekle yüzleşmeye cesaret edemediğimizde, hayal ettiğimiz dünyayı kelimelerle kurarız. Belki de en tehlikeli yalan, kişinin kendine söylediğidir.
Kendimizi kandırarak yaşar mıyız? Evet. "Ben iyiyim." dediğimizde, “Unuttum.” dediğimizde ya da “Bana dokunmaz.” dediğimizde... Bu küçük savunmalar, ruhun yarasını geçici olarak sarar. Ama yaranın altı hâlâ oradadır.
Sonuç mu? Yalanın büyüğü küçüğü yok. Her yalan, gerçeğin yerine geçen bir boşluktur. Ve bir gün gerçek o boşluğu doldurmak için geri gelir. Belki geç, ama kesinlikle gelir. Ve o zaman yüzleşmek gerekir. Kendinle, başkalarıyla, hayatla.