Özer, enflasyonla mücadelede uygulanan programların bedelini asgari ücretliler, memurlar ve emekliler ödediğini belirterek çözümün kamunun merkezde olduğu, adil bölüşümü esas alan verimlilik odaklı bir kalkınma anlayışından geçtiğini ifade etti.
Türkiye için yüzde 32 enflasyon oldukça yüksektir
ALPEREN ATA: Türkiye'de enflasyonun 2025 görünümünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Prof. Dr. Mustafa Özer:Türkiye’de 2025 yılı enflasyonunu yalnızca yıllık bir oran üzerinden değerlendirmek eksik olur; asıl olarak bu enflasyonun tarihsel arka planına bakmak gerekir. Ancak soruya doğrudan yanıt vermek gerekirse, mevcut göstergeler 2025 yılı enflasyonunun yaklaşık yüzde 31–32 bandında gerçekleşeceğini işaret ediyor. Bu oran, Türkiye açısından oldukça yüksek bir enflasyona karşılık gelmektedir. Üstelik “başarı” olarak sunulan son aylardaki düşük aylık artışlar, birçok gelişmiş ülkede yıllık enflasyon seviyesine denk gelmektedir. Bu tablo,uygulanan politikaların bütüncül bir başarıdan ziyade ciddi bir başarısızlığa işaret ettiğini göstermektedir.
Türkiye’de yaratılan iktisadi artığın hangi sınıflar arasında ve nasıl paylaştırıldığıdır
Bugün “dezenflasyon” olarak adlandırılan sürecin, aslında açık ve tutarlı bir enflasyonla mücadele programına dayanmadığı görülmektedir. Hedefler ile gerçekleşmeler arasında büyük bir kopukluk vardır. Bu durum, gelir dağılımını daha da bozmakta; yoksul ile zengin arasındaki uçurumu derinleştirmektedir. Enflasyon sorunu, çoğu zaman memur, emekli ve asgari ücret artışlarıyla sınırlı bir çerçevede ele alınsa da, esas mesele Türkiye’de yaratılan iktisadi artığın hangi sınıflar arasında ve nasıl paylaştırıldığıdır.
Bugün yaşanan bazı sermaye gruplarındaki çözülmeler sürecin doğal bir sonucudur
Türkiye’de son 45 yılda üç büyük enflasyon dalgası yaşanmıştır: 1980 sonrası 24 Ocak kararları, 2000–2001 krizi ve 2020’li yılların başındaki süreç. Bu dönemlerin ortak noktası, Türkiye’nin dünya kapitalist sistemine daha bağımlı hâle getirilmesini amaçlayan IMF ve Dünya Bankası merkezli programlarla şekillenmiş olmalarıdır. Bu programlar, her dönemde belirli isimler aracılığıyla uygulanmış ve servet transferini kalıcı hâle getirecek şekilde kurgulanmıştır.Bu süreçlerde öncelikle varlık enflasyonu yaratılmıştır. Konut, otomotiv ve finansal araçlar üzerinden oluşan bu varlık enflasyonu, iktisadi artığın belirli bir sermaye grubunda toplanmasını sağlamıştır. Ardından, faiz artışları ve sıkılaştırma politikalarıyla ekonomi daraltılmış ve böylece de servet transferi kalıcılaştırılmıştır. Bugün yaşanan bazı sermaye gruplarındaki çözülmeler de bu sürecin doğal bir sonucudur.
İnsanlar açıklanan hedeflere değil, market raflarında gördüklerine inanmaktadır
Uygulanan enflasyon hedeflemesi rejimi teorik olarak bir seçenek gibi görünse de, Türkiye koşullarında sürdürülebilir değildir. Tek haneli enflasyonun görüldüğü dönemlerde Türk lirası aşırı değerli tutulmuş, bu yolla ithalata bağımlı sanayi yapısı nedeniyle mal enflasyonu baskılanmıştır. Ancak hizmet enflasyonu, beklentilerle şekillendiği için asıl belirleyici unsur olmuştur. Enflasyon sepetinde ağırlığı daha düşük olsa da, enflasyonun yönünü belirleyen esas kalem hizmet enflasyonudur.Bugün gelinen noktada hizmet enflasyonu, uzun süredir mal enflasyonunun üzerinde seyretmektedir. Ayrıca hanehalkı, reel sektör ve piyasa aktörlerinin enflasyon beklentileri arasında ciddi bir ayrışma vardır. Bu durum, politikalara olan güvensizliğin açık bir göstergesidir. İnsanlar açıklanan hedeflere değil, market raflarında gördüklerine inanmaktadır. Hizmet sektöründe fiyatların sık değiştirilmemesi ise “menü maliyetleri” nedeniyle enflasyonda ek bir katılık yaratmaktadır.Sonuç olarak, Türkiye’de enflasyonla ilgili olumlu bir beklenti oluşturulabilmesi için öncelikle hizmet enflasyonunun mal enflasyonunun altına düşmesi ve beklentilerin birbirine yakınsaması gerekmektedir. Mevcut göstergeler ışığında, kısa vadede bu yönde güçlü bir umut görünmemektedir.

Dezenflasyon sürecin tüm olumsuzluklarını asgari ücretliler, memurlar ve emekliler yaşıyor
ALPEREN ATA: Alım gücündeki düşüşü durdurmak için hangi politikalar öncelikli olmalı?
Prof. Dr. Mustafa Özer:Hayat pahalılığı ile enflasyonu birbirine karıştırmamak gerekir. Enflasyon, tek başına hayatın pahalı olduğu anlamına gelmez. Eğer çalışanlara, ücretli ve maaşlı kesime enflasyonun üzerinde bir gelir artışı sağlanabiliyorsa, bu durum hayat pahalılığına yol açmaz. Ancak bugün “dezenflasyon” olarak adlandırılan sürecin tüm olumsuzluklarını yaşayan kesimler; asgari ücretliler, memurlar ve emeklilerdir. Asgari ücretin artık beklenen enflasyona endekslenmesiyle birlikte, geçmiş enflasyonun yarattığı kayıpları telafi etme imkânı da ortadan kalkmıştır.
Gıdanın yerini artan konut ve kira giderleri almıştır
TÜİK’in hanehalkı tüketim araştırmalarına göre, Türkiye’de en yoksul yüzde 20’lik kesimin toplam harcamaları içinde gıdanın payı 5–6 puan düşmüştür. Bu son derece çarpıcı bir göstergedir. Çünkü bu kesimin harcamaları zaten sınırlıdır ve gıdanın yerini artan konut ve kira giderleri almıştır. Dolayısıyla ücret ve maaşlara enflasyon oranında yapılan artışlar bile geçmiş kayıpları telafi edememekte, yalnızca artan kira giderlerini karşılamaya yetmektedir. Bu tablo, genel yoksulluğun yanı sıra “çalışan yoksulluğu” gibi son derece tehlikeli bir olguyu ortaya koymaktadır.
Çalışanların yaklaşık yüzde 70’i asgari ücret ve civarında
Bugün çalışanların yaklaşık yüzde 70’i asgari ücret ve civarında gelir elde etmektedir. Asgari ücret, emeğin kendini yeniden üretebilmesi için gerekli olan en alt sınırdır; ancak Türkiye’de artık ortalama ücrete dönüşmüştür. Buna karşılık bütçede sermayeye sağlanan vergi istisnaları ve indirimler trilyonlarca lirayı bulurken, tarıma ve dar gelirli kesimlere yapılan destekler son derece sınırlı kalmaktadır. 2026 bütçesinde öngörülen 2,7 trilyon TL’lik faiz ödemesi de bu tercihin en net göstergesidir.Sonuç olarak, enflasyonla mücadele adı altında uygulanan bu politikaların bedeli; çalışanlara, emekçilere ve yoksul halk kesimlerine ödetilmektedir.
Enflasyonun kaynağı işçiler değildir
ALPEREN ATA: 2026 yılında asgari ücret artışı nasıl olmalı? “Asgari ücret artışı enflasyonu tetikler”söylemi gerçekten doğru mu?
Prof. Dr. Mustafa Özer:Bu söylemi sermaye iktisatçıları ve sağ politikacılar “ücret-fiyat sarmalı” kavramıyla modelleştiriyor. Oysa bu iddia, dünyada ancak belirli koşullarda geçerli olmuştur. Güçlü sendikaların olduğu dönemlerde, yüksek ücret taleplerinin maliyet enflasyonu üzerinden fiyatlara yansıyarak, geçici de olsa bazı dönemlerde enflasyonda katılığa yol açtığı görülmüştür. Ancak Türkiye’de bu formülasyon doğru değildir. Türkiye’de ücret-fiyat sarmalı yoktur; tam tersine fiyat-ücret sarmalı vardır. Yeniden dağıtım ve bölüşüm politikalarındaki tercihlerinizin sonucu olarak enflasyonu hortlattınız. Enflasyon karşısında satın alma gücü eriyen işçi ise doğal olarak kaybettiğini geri istemektedir. Dolayısıyla enflasyonun kaynağı işçiler değildir.
Simit fiyatlarındaki artışa bakın, maliyetler düşmese bile fiyatlar geri gelmiyor
Buna karşın imalat sanayinde büyük sermaye grupları hâlâ yüksek kâr marjlarıylaçalışmaktadır. Biz buna “mark-up” diyoruz yani maliyetin üzerine belirli bir kâr eklenerek fiyat belirleniyor.Mahalledeki ya da sokaktaki bir pastaneciyi bile düşünün. Talep bu kadar düşmüşken, “Talep düştü, fiyatları biraz geri çekeyim, satış üzerinden ayakta kalayım” demiyor. Aksine, kâr marjından ödün vermeden ürününü satmaya devam ediyor. Simit fiyatlarındaki artışa bakın, maliyetler düşmese bile fiyatlar geri gelmiyor. Çünkü sermaye o kadar güçlenmiş durumda ki, piyasada oligopol ve tekelleşme hâkim. Bu yapı içinde şirketler kârlarına kâr kattılar, tarihsel olarak en yüksek kârları elde ettiler. Enflasyonun en önemli kaynaklarından biri de budur.
Artan enflasyon yüksek ücret taleplerini doğurmuştur
Öte yandan, son dönemde yapılan çalışmalar şunu gösteriyor: Ücret artışları, sermayenin ya da sağ iktisatçıların iddia ettiği gibi enflasyonu körüklemiyor; aksine verimlilik artışı üzerinden üretimde ciddi bir yükseliş sağlıyor. Eğer ücret artışları adil biçimde yapılır ve çalışan memnun edilirse, verimlilik artıyor, çalışma isteği yükseliyor ve çalışan işverene daha fazla katma değer üretir hâle geliyor.Bu nedenle burada bir düzeltme yapmak gerekir. Türkiye’de bugün ücret, enflasyon ve fiyat artışları arasındaki ilişki “ücret-fiyat sarmalı” değildir. Tersine, artan enflasyon yüksek ücret taleplerini doğurmuştur; ancak çalışanlar bu taleplerini dahi karşılayamamaktadır. Dolayısıyla sermayenin ve sağ politikacıların bilinçli olarak yarattığı bu yanıltıcı propagandayı boşa çıkarmak gerekir.
Kamunun merkezde olduğu kalkınmacı bir sanayi politikası şarttır
ALPEREN ATA: Türkiye'nin en acil ihtiyaç duyulan yapısal reformları nelerdir?
Prof. Dr. Mustafa Özer:Yapısal reformlardan söz ederken, sıkça tekrarlanan “reform yapılmadığı için program başarısız” söylemini kastetmiyorum. Asıl mesele, tüm dünyanın yöneldiği yeşil sanayileşme sürecinde Türkiye’nin yeni yüzyıldaki ekonomik motorunun ne olacağını ve bu süreci kimin organize edeceğini doğru tanımlamaktır. Bence en temel yapısal reform tam da budur.1980’lerle birlikte yerleşen, sermayenin mutlak hâkimiyetini esas alan neoliberal anlayışı bir kenara bırakmak gerekiyor. Yeni dönemde, kamunun merkezde olduğu kalkınmacı bir sanayi politikasışarttır. Eğitimden teknolojiye kadar tüm politikalar bu yeşil dönüşüme göre yeniden kurgulanmalıdır.
Teknolojiye, yapay zekâya ve verimlilik odaklı yeni bir sanayileşmeye yatırım yapılmalıdır
Bugün yapay zekâ yatırımlarının büyük bölümü birkaç küresel teknoloji devinin elinde toplanıyor. Bu durum yeni bir sermaye sınıfı ve onun yönlendirdiği yeni bir siyasal yapı yaratıyor. Türkiye, perakende, bankacılık ya da düşük katma değerli sektörlere dayalı mevcut sermaye yapısıyla, trilyonlarca dolar harcayan bu şirketlerle rekabet edemez. Nitekim hazır giyim ve tekstilde bile kaybedilen üstünlük geri kazanılamamıştır.Rekabeti yalnızca düşük ücret üzerinden tanımlayıp Bangladeş, Kamboçya ve Vietnam’la yarışmak kaçınılmaz bir çıkmazdır. Bunun yerine teknolojiye, yapay zekâya ve verimlilik odaklı yeni bir sanayileşmeyeyatırım yapılmalıdır. Bu dönüşümün mutlaka yeşil sanayileşme temelinde yürütülmesi gerekir. Avrupa Birliği’nin sınırda karbon düzenlemeleri bunu zaten zorunlu kılmaktadır.
Liyakati ve eğitimi de kapsayan bütüncül bir dönüşümü zorunlu kılar
Bu sürecin başarısı, ancak kamu öncülüğü ve doğrudan kamu teşvikiyle mümkündür. Kamunun geri çekildiği bir modelle bu dönüşüm gerçekleşemez. Aynı zamanda siyasetin paranın esiri olmaktan kurtarılması gerekir. Bugün uygulanan neoliberal anlayış, para politikaları üzerinden siyaseti sermayenin hizmetine sokmaktadır.Oysa para, yeni kalkınmacı anlayışın bir aracı olarak siyasetin denetiminde kullanılmalıdır. Bu yaklaşım; insan haklarını, kurumların işleyişini, liyakati ve eğitimi de kapsayan bütüncül bir dönüşümü zorunlu kılar. Yaratıcılığa dayalı, özgür bireyler yetiştiren ve öğrenciyi merkeze alan bir eğitim sistemi olmadan bu dönüşümün başarıya ulaşması mümkün değildir.
Vergiler ödeme gücüne göre alınmalıdır
Türkiye'de vergide adalet için neler yapılmalı?
Prof. Dr. Mustafa Özer:Türkiye’de vergi sisteminde köklü bir dönüşüm gerekmektedir. Son açıklanan verilere göre vergi gelirlerinin yüzde 70’i KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergilerden oluşmaktadır. Bu vergiler, gelir ya da sınıf farkı gözetmeden herkese eşit uygulandığı için gelir dağılımını bozucu etki yaratmaktadır. Oysa esas alınması gereken, artan oranlı yapıya sahip gelir ve kurumlar vergileridir. Bu vergiler gelir adaletini güçlendirirken, dolaylı vergiler yoksuldan zengine kaynak aktarımına yol açmaktadır. Dolaylı vergilerin toplam içindeki payı azaltılmalı, vergiler ödeme gücüne göre alınmalıdır.
Asıl hedef, gelir eşitsizliğini azaltan adil bir vergi sistemi kurmaktır
Bugün toplanan vergiler ise yeniden sermayeye aktarılmakta, bütçe yapısı gelir dağılımını gözetmemektedir. Devlet üretimin tamamını üstlenmek zorunda değildir. Ancak yaratılan gelirin dağılımını denetlemekle yükümlüdür. Sosyal refah devleti anlayışı, gelirlerin adil biçimde yeniden dağıtılmasını gerektirir.Vergi gelirlerindeki artışın temel nedeni ithalat ve enflasyondur. İthalatın büyük ölçüde tüketim mallarından oluşması ve dolaylı vergilerin enflasyonla artması, vergi yükünü halkın üzerine yıkmaktadır.Asıl hedef, gelir eşitsizliğini azaltan adil bir vergi sistemi kurmaktır. Asgari ücretli ile yüksek servet sahibi aynı KDV ve ÖTV’yi ödüyorsa, bu sistemde vergide adaletten söz edilemez. Bu nedenle vergi sisteminin temelinde artan oranlı vergilendirme yer almalıdır.
Emek, üretim ve toplumsal katkı değersizleştirildiğinde ortaya çıkan tablo budur
ALPEREN ATA: Türkiye'de para kazanmak kolay mı? Bir de son zamanlarda kumara eğilim olmaya başladı. Bunun sebepleri nelerdir?
Prof. Dr. Mustafa Özer:Öğrenciler, çalışarak ve emek vererek bir yere gelemeyeceklerini düşünmektedir. Bu nedenle “bir an önce köşeyi döneyim” anlayışı yaygınlaşmaktadır. Türkiye, bahis ve kumar oyunlarında dünya sıralamasında üst sıralardadır. Kripto yatırımlarında ise Avrupa’da ilk sırada yer almaktadır. Profesyonel sporcuların dahi bu alanların içinde olması, yaşanan ahlaki çöküşün göstergesidir.Üretmenin, yaratmanın, paylaşmanın ve adil olmanın bir anlamı kalmadığında, bu çöküş kaçınılmazdır. Liyakat yoksa,eşit yarışma koşulları sağlanmıyorsa ve hak eden hak ettiği yere gelemiyorsa, insanlar başka yollar aramaya yönelir. Diziler, yayınlar ve sosyal medya üzerinden bu anlayış sürekli olarak beslenmektedir. Alanında yetkin olmayan birçok kişi, toplumda yanlış yönlendirmelere neden olmaktadır.Üniversite öğrencilerinin dahi kripto para ve hisse senedi üzerinden kısa sürede büyük kazanç elde ettiklerini iddia ettiği bir ortamda, toplumun “bir an önce zengin olma” arzusuna kapılması şaşırtıcı değildir. Emek, üretim ve toplumsal katkı değersizleştirildiğinde, ortaya çıkan tablo maalesef budur.


