Yazar Ali Lidar

Klasik bir soruyla başlayalım, Ali Lidar kimdir?
Ali Lidar, kendi dünyasında yazıp çizmeyi seven, işiyle uğraşan, aslında bu tür şeylerle ilgisi olmayan ama sonradan sürecin tam ortasında kendisini bulan bir adamdır.
Ben devlet memuruyum, felsefe öğretmeniyim yaklaşık 20 yıldır Eskişehir Anadolu Lisesi’nde. Eskişehirliyim aynı zamanda, ilkokul 3’e kadar Eskişehir’de okudum. Babam şeker fabrikasında çalışıyordu, onun sürekli tayini çıktığı için üniversiteyi kazanıncaya kadar il il gezdik. Üniversiteyi kazanıp tekrar Eskişehir’e geldim, mezun olunca da burada kaldım. 

Kendinizi kısaca nasıl tanımlıyorsunuz?
İnsan kendisinden bahsederken pek fazla objektif olamıyor. Eşe dosta sormak lazım. ‘’Ben şöyle bir adamım.’’ desem biraz saçma olacak. Ama şu kadarını söyleyim, iletişimde birtakım problemler yaşayan, o yüzden çok da insan sevmeyen ama kaderin bir şekilde öğretmen yaptığı, yalnızlıktan hoşlanan bir adamım.

Yazmaya ne zaman başladınız?
Teknik olarak yazma eylemimi soruyorsanız, okumaya başladığım zamandan beri yazıyorum. Ama “Yazdıklarını insanlara ne zaman göstermeye başladın?” diye sorarsanız o çok eski değil. 
Sıkıntılı bir dönemimdi, terk mi edildim öyle bir şey oldu. 2010 yılıydı galiba, kardeşim bana bir blog açtı ‘’Yaz buraya vakit geçirirsin.’’ dedi. Çünkü cidden garip şeyler yapıyordum, iki tane çoraba kaş göz çizip konuşturuyorum falan, annem delirdiğimi düşünüyordu. Blogun ismi de ‘’Karpuz Kabuğuna Yazılar Yazmak’’,  ‘’Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’’ diye bir film var, oradan geliyor.  Neyse, oraya yazmaya başladım işte.
İlk kitabımı 2014’te yayınladım, yanlış hatırlamıyorsam. Onun hikayesi de şöyle, blogu Burak diye bir arkadaşım takip ediyordu, kendisi editörüm aynı zamanda. ‘’Senin bu ‘Tesirsiz Parçalar‘ güzel, bunları birleştirelim, basalım.’’ dedi. Uğraşamayacağımı söyledim ama ‘’Biz hallederiz.’’’ deyince ilk kitap da öyle çıktı.

Para kazanıyor musunuz kitaplarınızdan?
Açık konuşalım. Kitaplarım fena satmıyor, güzel bir ek gelir oluyor benim için ama kitapların gelirleriyle geçiniyor olsaydım aç kalırdım büyük ihtimalle. Türkiye’de yazdıklarıyla geçinen çok az insan var. Ahmet Ümit, Elif Şafak, Ahmet Altan, belki Kahraman Tazeoğlu falan...  Beni bırak, 10-15 yıldır yazan insanlar için de geçerli bu durum.

Kitaplarınız neredeyse her yerde, sosyal medyada da belki en çok alıntı yapılan yazar ve şairlerden birisisiniz. Buna rağmen ‘’Daha olmadım.’’ diye tanımlıyorsunuz kendinizi...
Meyve olgunlaşınca düşer, olunca öleceğiz. Çok iyi yazarlar var, onlar bile bir kitap yazınca ‘’Ben artık oldum.’’ dememişlerdir, hep eksik görüp daha iyisi için uğraşmışlardır.

Bugün olmak istediğiniz yerde misiniz?
Edebî anlamdaysa, hayır. Şerhir olaraksa, evet. Kariyer anlamında soruyorsanız, evet.
Edebî anlamda eksiklikler olduğunu düşünüyorum, çünkü yapmak istediğim şeyler var. Hâlâ anlatmak istediğim hikayeler, bitirmek istediğim işler var.

Yazdığınız hikayelerin hayatınızda bir karşılığı var mı?
2 tür yazar vardır; ya çok yeteneklisindir, oturur yazarsın, insanlar uydurursun, hikayeler uydurursun, ‘’şey’’ler uydurursun ya da 2. tür yazarsındır, gözlersin, biriktirirsin tanık olduğun şeyleri. Bazen biraz abartırsın, bazen biraz seyreltirsin ve kağıda dökersin. Ben de 2. türden bir yazarım. Bir şey kurgulayamam, bir hikaye uyduramam bir karakter yaratamam. O yüzden hikayelerimde yazdığım insanların çoğu bir şekilde varlar. 

Mesleğinizle ve öğrencilerinizle aranız nasıl?
Bayılmıyorum öğretmenliğe. ‘’Mesleğimi çok seviyorum.’’ diyemem ama ekmek parası işte. Çok fazla insan sevmiyorum ben, öğretmenlik de insanla en çok haşır neşir olacağın iş. 5-10 metrekare yerde 30 tane ergenle 40 dakika bekleyin bakalım ne yapacaksınız? Bu bir yönü. Tabii kimse beni zorla öğretmen yapmadı. ‘’Beğenmiyorsan defol git.’’ derler adama yani. Bu işi yapmaya devam ediyorsam aynı zamanda yaptığım işe saygı duyduğumdandır.

Peki, nasıl bir öğretmensiniz?
Çok klasik bir öğretmen olmadığımı düşünüyorum ama disiplinli de bir adamım sınıfta. Çocuklarla aram bence iyi, korktukları için mi iyiymiş gibi davranıyorlar yoksa hakikaten seviyorlar mı onu da bilmiyorum. Ama şunu söyleyim 20 yıllık öğretmenim bugüne kadar hiçbir şikayet almadım.
Her ne kadar söylensem de eylül ayında okula şevkle gidiyorum, yazın özlüyorum okulu biraz. Çocuk cıvıltısı iyi geliyor bana, biraz enerji veriyor. Nisandan sonra yine ‘’Hepinizden nefret ediyorum.’’ diye dolaşmaya başlıyorum.

Özel hayatınızda neler yapıyorsunuz?
İçerim çok güzel, Ferdi Tayfur dinlerim. Kitap okurum. Zaten bir işim var, öğretmenlik oldukça meşgul ediyor beni. Son birkaç yıldır çok fazla geziyorum; söyleşiler, imza günleri falan oluyor. Eskiden yaptığım şeyleri yapmaya pek vakit bulamıyorum. Bizim mahallede Şirintepe Parkı var, orada oturup müzik dinleyip bir şeyler içiyordum eskiden. Ama artık pek vakit bulamıyorum. Okul ve bu kitap-dergi işleri bayağı zamanımı alıyor şu sıralar.

Size neden ‘’Tepebaşı Dükü’’ diyorlar?
Geyik o. 3-5 arkadaş oturuyoruz bir gün. İngiltere kraliçesinin torunları var, Kuşadası’na gelmişler gezmeye. Televizyondan izliyoruz biz de, parmak arası terliklerle geziyor herifler. ‘’Bu dükse ben kırk kere düküm, böyle dük mü olur?’’ dedim. O geyik oradan dalga dalga yayıldı. Önce arkadaşlar, sonra bakkal Recep abi falan derken hoşuma da gitti, öyle kendi kendimize ilan ettik Tepebaşı düklüğünü. Sıkıntı yok, seviyorum ben unvanımı.

Eskişehir’den ayrılmayı hiç düşündünüz mü?
Hayır. Devlet memuruyum tabii, yarın belki tayinim çıkar ama kendi isteğimle gideceğimi zannetmiyorum Eskişehir’den. Çok seviyorum bu şehri. Burada doğdum, çocukluğumun da gençliğimin de çok ciddi bir zamanı burada geçti, meslek hayatıma da burada başladım. 1978 doğumluyum, 40 yaşıma geldim aşağı yukarı. En iyi zamanlarımı da en kötü zamanlarımı da ben bu şehirde yaşadım. Arkadaşım gibi oldu artık Eskişehir. O yüzden başka bir şehirde yaşamak pek de kolay olmaz benim için.