Ben de Eskişehir Haber Ajansı (EHA) olarak, sempozyuma katılan sanatçılarla röportajlar gerçekleştirerek bu yaratım sürecine daha yakından bakarak sanatçılarım gözünden sempozyumu siz okuyucularımıza yansıtmak istedim. Onların hem eserlerine hem de sanata dair düşüncelerine kulak vererek belki de tarihe küçük bir belge bırakmak istedim.
İlk konuğumuz, seramik sanatının önemli isimlerinden Ekrem Kula. Kula ile hem Pişmiş Toprak Sempozyumu’nun anlamını hem de sanatın toplumla kurduğu bağı konuştuk.
Sempozyuma katılan diğer sanatçılarla yaptığımız söyleşileri de sizlerle paylaşmaya devam edeceğiz.
ESKİDEN İNSANLAR SANATIN İÇİNDEYDİ
Pişmiş Toprak Sempozyumu Eskişehir ve ülkemiz için —özellikle uluslararası boyutunu düşünerek— sizin için ne ifade ediyor?
Ekrem Kula: Pişmiş toprak… Biz seramikçiler olarak daha çok terrakotta terimini kullanıyoruz. Bu aslında “sırsız seramik” anlamına geliyor. Türkiye’de de çok eski çağlardan beri yaygın kullanılan bir teknik. Sempozyumun 17. kez düzenleniyor olması, bu işin sürdürülebilirliğini gösteriyor. Bu açıdan son derece önemli. Bunun yanında Eskişehir’in kent mobilyasına bir eser daha eklenmiş oluyor. Bu kez, yaklaşık 15 metrelik bir anıtın yorumunu göreceğiz. O bakımdan da oldukça değerli.
Geçmiş sempozyumlara baktığımızda Pişmiş Toprak Sempozyumu’nun Eskişehir’i adeta bir açık hava müzesine dönüştürdüğünü görüyoruz. Sanatçıların ürettiği birbirinden değerli eserler, gerek Tepebaşı Belediyesi’nde gerekse açık alanda halkla buluşuyor. Bu anlamda sempozyumun sanatçı ile toplumu buluşturan önemli bir işlevi olduğunu söyleyebilir miyiz?
Ekrem Kula: Kesinlikle öyle. Ancak sadece bir işi dışarıda izlemek yeterli değil. Burada belediyelerin sponsorluğunda gerçekleşen bir etkinlik söz konusu. Benim gördüğüm eksiklik şu: Halk eserleri görüyor, izliyor ama sanatın alıcısı olamıyor. Yani sadece üretmek değil, halkın da ekonomik olarak bu seviyeye çıkabilmesi gerekiyor. Bu da ulusal bir problem.
Aslında bu sorun çok eski yüzyıllara kadar dayanıyor diyebiliriz, öyle değil mi?
Ekrem Kula: O kadar da eskiye gitmeye gerek yok. 1960’lı yıllarda memurlar sanat eseri alabiliyordu. Gerekirse maaşını taksitle ödüyordu ama mutlaka alıyordu. İnsanlar doğrudan sanatın içinde oluyordu. Şimdi ise böyle bir şey yok.
Sizce bu dönüşümün sebebi nedir?
Ekrem Kula: Ekonomik nedenlerden dolayı. Gelir seviyeleri düştü. İnsanların bütçeden aldığı pay kısıldıkça yaşam şartları sadece yeme ve içmeye doğru sınırlandı. Oysa asgari ücretin tanımına baktığımızda, kişinin yalnızca yeme içmesini değil, tatil, eğlence gibi sosyal ihtiyaçlarını da karşılaması gerekir. Bugün asgari ücret bu işlevini yitirmiş durumda. Dolayısıyla insanlar sanat eseri satın alma imkânına sahip değil. Alamayan kişi de izleyici olarak geri planda kalıyor.
Doğru. Peki hocam, son soruma geleyim. Bu yılın teması Yazılıkaya Anıtı. Yaklaşık 3.500 yıl öncesine ait bu devasa anıt, yeniden yorumlanarak Eskişehir’e kazandırılıyor. Bu sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor? Kendinizi bu konuda şanslı görüyor musunuz?
Ekrem Kula: Eskişehir’in tarihine baktığımızda Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı ve daha da eski çağlara uzanan bir zenginlik görüyoruz. Küllüoba örneğin, M.Ö. 5000’lere kadar gidiyor. Bu mirasın yaygınlaştırılması, gün ışığına çıkarılması önemli. İnsanlar gidip göremedikleri bu değerlerin yorumlarını burada izleme şansına sahip oluyor. Yazılıkaya da bunlardan biri. Onu göremeyen biri, burada yapılan yorumla bir soru işareti, bir merak elde ediyor.
Ama mesele sadece Yazılıkaya değil. Örneğin aynı bölgede bir yeraltı şehri var, Demirciler Mezarlığı var. Demir Çağı’nın başladığı yerlerden biri orası. Ancak arkeoloji müzesinde tek bir demir parça bile sergilenmiyor. Bu da kültürel eksikliktir. Kazı yapılır ama kazı raporu vatandaş için yeterli değildir. İnsan çıkan objeyi görmek ister. Ayrıca geçmişle bugün arasında köprüyü de görmek ister.
Çok teşekkür ederim hocam.
Ekrem Kula kimdir?
1954 yılında Fethiye’de doğan Ekrem Kula, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik ve Cam Bölümü’nden mezun oldu. 1976-1985 yılları arasında iki özel fabrikada model ve kalıp atölyesinde şef olarak çalıştı; olimpik yüzme havuzları ve sıhhi tesisat için kalıplar tasarladı. 1985 yılında Anadolu Üniversitesi Uygulamalı Güzel Sanatlar Enstitüsü’nde çalışmaya başladı.
1991’de Konya Selçuk Üniversitesi’nden “Sanatta Yeterlik” belgesi aldı. 2004 yılında Anadolu Üniversitesi’nde Cam Bölümü’nü kurdu ve 2013 yılına kadar bölüm başkanlığı görevini yürüttü. Halen Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde doçent olarak çalışmalarına devam etmektedir.