Turgut Uyar, Türk edebiyatının kendine özgü, en derin seslerinden biri.
Ne tam anlamıyla yalnız, ne de gürültülü kalabalıkların içinde kaybolan bir şairdi. Onun şiirleri, sanki hayatla kurduğu o kırılgan, içli ve zaman zaman alaycı ilişkinin aynası gibidir. Ne söylerse söylesin bir kenarında ince bir sızı, diğer kenarında ise yoğun bir düşünme hali taşıyordu.
İlk dönemlerinde Garip şiirinin etkisi görülse de, zamanla bu çizgiyi aşıp İkinci Yeni’nin ruhunu besleyen damarların başında gelir. Ama onu sadece İkinci Yeni’yle tanımlamak eksik kalır. Turgut Uyar’ın şiiri; bir adamın hayata, aşka, devlete, zamana ve kendine doğru yürüyüşüdür. Kimi zaman bir kentin yorgun sokaklarında, kimi zaman bir kadının ellerinde dolaşır. Ve hep sanki biraz geç kalmış gibidir.
“Büyük Saat” onun edebi ömrünün bir özeti gibidir. İçinde her döneminden şiirler vardır. Her şiirinde, sanki sesi kısık bir adam konuşur ama söylediği her şey yankı yapar. Aşkı anlatırken de, ülkeyi, hayatı sorgularken de dilin sınırlarını zorlamaz ama anlamın derinliklerine sarkar.
Tomris Uyar’la yaşadığı büyük aşk da onun şiirinde hem bir esin hem de bir ağırlıktır. Kadına duyulan aşk ile varoluşa duyulan öfke arasında gidip gelir. Şiirlerinde sık sık “uyumamak”tan, “uyanıklık”tan söz eder. Belki de hayata karşı sürekli tetikte kalmak onun şiirinin özüdür.
Turgut Uyar, şiirden asla gösteriş beklememiştir. O, şiiri bir gösteri değil, bir iç ses, bir hesaplaşma, bazen de bir dua gibi görmüştür. Onun için dizeler birer sığınaktır.
Bugün onu anarken, yalnızca bir şairi değil, bir duygunun, bir devrin, hatta bir umutsuzluğun sesi olmuş bir adamı hatırlıyoruz. Çünkü o bize, “herkes biraz yaralıdır ve şiir, bazen yaranın kendisidir” demeyi öğretmiştir.
Şiir her ruha, her yüreğe farklı hitap eder. Kötü şiir yoktur. Zamanı ve yaşanmışlığı gelmemiş şiir vardır.
Ve evet, bazı şairler ölmez. Turgut Uyar, onların başında gelir.