Türkiye’de her 29 Haziran geldiğinde aynı tiyatro sahnelenir. Yine 29 Haziran geride kaldı ve aynı sahneye maruz kaldık. Ne mi oluyor?
Sosyal medya çöplüğünde biri “Şeyh Sait kahramandı” diyor,
Öbürü “halk önderiydi” diye ekliyor.
Üçüncüsü daha da ileri gidiyor: “Cumhuriyet onu astı çünkü Kürttü!” diyor.
Peki ya gerçek? Gerçek nerede?
Gerçek, karlı bir Ankara sabahında bombayla susturulan bir gazetecinin bir kitabında yatıyor: Evet, Uğur Mumcu’nun “Kürt-İslam Ayaklanmaları” isimli kitabı bize belgeleriyle gerçeği sunuyor ve Şeyh Sait güzellemesi yapan cahillere tokat gibi vuruyor.
Mumcu, “Kürt-İslam Ayaklanması” adlı kitabında Şeyh Sait’i inançlı bir halk önderi olarak değil, hilafeti geri getirmek isteyen bir gerici olarak tanımlar.
Uğur Mumcu, adı geçen kitabında belgeleri ile bunu da ispatlar. Şeyh Sait’in el yazısıyla yazdığı mektupları, Nakşibendi propagandalarını, halkı “din için kıyam”a çağıran bildirilerini satır satır aktarır.
Bakın Şeyh Sait, Diyarbakır’da gerçekleşen Şark İstiklal Mahkemesi duruşmasında, kendisine yönelik sorulara karşı, adalet yerine merhamet talebinde bulunarak ne demiştir;
“Ben adalet istemiyorum. Merhamet istiyorum. Adalet uygulanırsa halim nice olur?”
Hadi oradan...
Dinsel Gericiliğe Etnik Maske
Ayaklanmanın gerekçesi “laik cumhuriyetin yıkılması, yerine hilafetçi bir düzen kurulması”ydı.
Ne sosyalizm, ne halk devrimi.
Bu, dini referanslarla kurgulanmış bir kalkışmaydı.
“Şeyh Sait’in bildirileri laik düzeni dinsizlik olarak gösteriyor, hilafet çağrısı yapıyordu”
Mumcu’nun tespiti nettir: “Bu bir ulusal kurtuluş hareketi değil, dinsel gericiliğin etnik maskeyle servis edilmesidir.”
Ayaklanma İngilizler tarafından desteklenmiş, hilafeti kurtarma bahanesiyle bölge halkı manipüle edilmiştir.
“Yabancı istihbaratlar, dinsel duyarlılığı kullanarak cumhuriyeti zayıflatma yoluna gittiler.”
Yani olayın “Kürt meselesi” olarak lanse edilmesi bile başlı başına bir dezenformasyondur.
Ayrıca, “din için kıyam farz oldu”, “Bir Türk öldürmek, yetmiş gâvuru öldürmekten daha üstündür” sözleri, isyanın hangi motivasyonla yönlendirildiğini apaçık ortaya koymaktadır
Mumcu net olarak vurgular: bu ayaklanma “Kürt-İslam ayaklanması”dır, yani ulusal değil, dini bir kalkışmadır. Şeriatçıdır.
Yabancı güçlerin -İngiliz ve Fransızların- kışkırtmalarıyla üç alanda yani emperyalizm, bölücülük ve dinsel gericilikle örtüşen bir harekettir.
Mumcu, Şeyh Sait’in propaganda metinlerini ve sorgu ifadelerini karşılaştırarak onun halkı “dini hislerle” yönlendirdiğini ortaya koymuştur.
Çünkü Şeyh Sait’in seçiminde halkın “Kürt” değil, “Müslüman” kimliği hedef alınmıştı.
Bildiriler, cihat fetvaları, hilafet çağrıları cumhuriyeti dinsizlikle suçlamış, bilindik korku-politikasını devreye sokmuştu.
Laiklik, Özgürlük, Gerçek Gazetecilik
Bugün Uğur Mumcu’yu ananlar, eğer gerçek mirasını sürdürmek istiyorlarsa, sosyal medyada linç korkusuyla değil, bilimsel doğrularla konuşmalı.
İşin trajedisi şu: Bugün kendine “solcu” diyen kimi çevreler, 100 yıl önce hilafetçi bir kalkışmanın önderine güzellemeler diziyor.
Hangi solculuk bu?
Nasıl bir solculuk bu?
Kitle kuyrukçuluğu yapıp “önder” olma hayali peşinde koşmanın adı ne zamandır solculuk oldu?
Popüler olacağım diye cehaleti kutsamak ne solculuk, ne de hümanizmdir.
Şeyh Sait'e Ağıt mı, Cumhuriyeti Savunmak mı?
Tarih, sosyal medya duvarına yazılmış birkaç “duygu yüklü” cümleden ibaret değildir.
Gerçekler, belgelerde saklıdır.
Ve bu belgeleri titizlikle toplayan bir isim vardı bu ülkede: Uğur Mumcu.
Bugün onu yaşatmak istiyorsak, çağdaş hukuku, laikliği ve bilimsel düşünceyi savunmak zorundayız.
Gerisi romantik hamaset…
Ve tehlikeli bir yanılsamadır.