Bazı isimler vardır ki, yaşadıkları dönemin ötesine taşar, yaptıklarıyla hem şehre hem de ülkeye damgasını vurur.

1933’te Eskişehir’de doğan bir isim, işte bu çizginin önde gelenlerindendi. İlk ve orta öğrenimini memleketinde tamamladıktan sonra Bolu Öğretmen Okulu, ardından Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü’nde aldığı eğitimle sanat yolculuğuna adım attı. Ancak onun hikâyesi yalnızca bir resim öğretmeninin hikâyesi değildi; mimari, musiki ve el sanatlarıyla bütünleşmiş, çok yönlü bir sanatkârın iziydi.

1956’da Malatya Atatürk Lisesi’nde resim öğretmeni olarak göreve başladığında, genç yaşında hem sanat hem de fikir dünyasında derin izler bırakmaya başlamıştı. 1959’da Eskişehir’e döndüğünde artık yalnızca bir öğretmen değil, eserleriyle kendini var eden bir sanatçıydı. Evinde kurduğu halı tezgâhında yaptığı tasarımları dokuması, sanatın farklı alanlarında üretmeye duyduğu tutkunun göstergesiydi.

Mihalıççık ve ardından Eskişehir Atatürk Lisesi yıllarında mimari çalışmaları ön plana çıktı. Köprübaşı’ndaki küçük bürosunda Osmanlı mimarisinin ruhunu modern malzemelerle yeniden yorumlamaya koyuldu. Eskişehir’den Ankara’ya, Kütahya’dan Konya’ya kadar onlarca cami, han, hamam, otel ve sosyal tesis projesinde onun imzası vardı. Yalnızca bir mimar değil, aynı zamanda bir heykeltıraş titizliğiyle mukarnaslar işleyen, tezhip desenleri tasarlayan bir sanat ustasıydı.

1960’ların başında Ankara Radyosu Bağlama Takımı’nda kısa bir süre görev aldı; bağlamasıyla gençlere Türk musikisini sevdirdi.

Reşadiye Camii ve Büyük İdeal

1966’da Kocatepe Camii için açılan proje yarışmasına Osmanlı üslubunu modernleştiren bir tasarımla katıldı ama kabul edilmedi. Fakat bu hevesi onda yeni bir eser doğurdu: Eskişehir Reşadiye Camii.

O caminin kubbesinden minberine, sütun başlıklarından mihrap süslemelerine kadar her detayı bizzat kendi elleriyle şekillendirdi. Betonarme sütun başlıklarını tek tek kalıplardan çıkarırken, kubbe altı mukarnaslarını bir heykeltıraş gibi işledi. Reşadiye, bugün hâlâ onun sanatkârlığının canlı bir nişanesidir.

42 yaşında diplomalı mimar oldu.

6 Eylül 1977’de, henüz 44 yaşındayken aramızdan ayrıldığında ardında yalnızca eserler değil, yetiştirdiği öğrenciler ve dokunduğu hayatlar kalmıştı.

Bugün Reşadiye Camii’nden geçen herkes, farkında olsun ya da olmasın, onun ince işçiliğinin gölgesinden geçiyor. Fakat ne acıdır ki, bu büyük sanatkârın adı, Eskişehir’in kültürel hafızasında hak ettiği kadar anılmıyor. Ölüm yıl dönümlerinde sessiz kalan şehir, aslında kendi değerine sessiz kalıyor.

O öğretmenin adı: Cevat Ülger’di.

Hayata Dokunan Yürekler

Kendisini niye hatırladım biliyor musunuz? Prof. Dr. Nabi Avcı, Anadolu Üniversitesi akademik açılış dersini verdi diye eleştirilince aklıma Cevat Ülger geldi. Nabi Hoca, Cevat Hocanın öğrencisiydi; profesör oldu, bakan oldu. Yıllar sonra, “Bir öğretmen çok şeyi değiştirir” diyerek Cevat Ülger’i hep andı.

Bakanlık döneminde Eskişehir’de bir alt geçide ve bir okula onun adını verdi.

Akademik açılış dersinde bir fotoğraf karesi… Nabi Hocanın yanında, pamuk tarlasından çıkıp öğrenci olarak girdiği üniversiteye rektör olmayı başaran Yusuf Adıgüzel duruyor. Yusuf Hocanın da hocası Nabi Avcı’ydı. Pamuk ırgatı bir aileden çıkıp profesör oldu ve hocasını unutmadı, tıpkı hocasının hocasını unutmaması gibi…

Görüyoruz ki hayat, siyaset dışında bakıldığında gerçekten de çok güzel, anlamlı ve birbirini etkileyen olaylar silsilesi...

Unutmayın güzellikleri görmek ve hayata dokunmak için hiçbir zaman geç değildir.