Bir zamanlar, güneşin demirle karıştığı topraklarda, Gûz adında bir ülke yaşardı. Haritası kalp biçimindeydi. Kuzeyinde efsane dağlar yükselir, doğusunda duman hiç eksik olmazdı. Dört bir yanında halklar vardı, ama bu ülkeyi ayakta tutan bir tek ruh vardı: Gûz’un Çekirdeği, adı bir zamanlar savaşta dövülmüş bir milletin soyundan gelirdi.
Efsaneler anlatır ki, bu topraklara her yüzyılda bir sis çöker. Ve sisle beraber gelenler olur: Bazıları elinde zeytin dalı taşır, bazıları ise dalın altına saklanmış hançeri.
Bu defa ne hançerle geldiler, ne zeytin dalıyla. Sadece sözler getirdiler: “barış”, “kardeşlik”, “özgürlük”… Oysa bu sözlerin hepsine daha önce rast gelmişti Gûz halkı. Çünkü bu, eski bir masalın yeni bir anlatımıydı. Bu kelimelerin içi çoktan boşaltılmış, kabukları Gûz’un en eski düşmanları tarafından doldurulmuştu.
Demir Dağ’ın ardında bir zamanlar karanlık bir grup türemişti. Gûz’un içinden çıkmış ama ona yabancılaşmışlardı. Gûz halkının çocuklarına kıydılar, kervanları bastılar, kale duvarlarına işaretler kazıdılar.
Yıllar sonra bu grup, kendi varlığını inkar etmiş gibi yaptı. “Biz artık yokuz,” dediler. Ama halk biliyordu: Gölgeler şekil değiştirir ama yok olmaz.
Demir Dağ'ın eteklerinde yaşayan yaşlı bir derviş vardı. Her bahar, gürzüne yaslanır, gökyüzüne bakar, şöyle dermiş:
“Bazen düşman, seni vurmaz. Seni kendinle vurdurur.”
O derviş artık aramızda değil. Ama sözleri, dağın yankısı gibi hâlâ duyulur bu topraklarda.
Mecliste ise tuhaf bir hareketlenme vardı. Bazı vekiller, yeni bir çağdan söz ediyordu. Çekirdeğin özünü tartışmaya açan, ülkenin kurucu antlaşmasını eski bir yük gibi gören söylemler türedi. “Gelin,” diyorlar, “her şeyi yeniden kuralım. Dilleri, halkları, isimleri, yönetimi…” Ama Gûz halkı bilirdi: İsimlerin değişmesi, kökleri değiştirmez. Hançeri başka bir çiçekle sararsanız da o yine hançerdir.
Bu hengâmede, gözler hep bir kişiye çevrildi: Meclisin İhtiyarına.
Bir zamanlar, bastonunun gölgesi bile meydanlara cesaret verirdi. Ama şimdi sadece gözlerini kapatıyor, bakışlarını ufka sabitliyordu. Ne olurdu bir kez daha ses verseydi? Ama İhtiyar susuyordu. Suskunluğu hikmet mi, yoksa uzlaşmanın yükü müydü, kimse bilmiyordu.
Bazı diller fısıldadı:
“İhtiyar bu baharı kabul etti.”
Ama halk, geçmişin yankısını unutmamıştı. Ne de olsa sessizlik, bazen kabulleniş değil, çürümüş bir barışın maskesidir.
Gûz halkı yorgundu. Ama bir taşra kasabasında, kitaplıktan eski bir haritayı çeken bir çocuk, birden fısıldadı:
“Bu çizgiler kalemle değil, kanla çizilmiş. Silinemez.”
İşte o cümle, koca bir milletin yeniden uyanış fısıltısıydı.
Çünkü Gûz, yıkılmazdı.
Çünkü Gûz, suskunluğun değil, vakti geldiğinde haykıranların ülkesiydi.
Ve Demir Dağ’ın ardında bir güneş doğduğunda, perde inmiş gözler açılacak, sağır kulaklar bile duyacaktı:
“Kimlik bir elbise değil ki değiştirilsin. Kimlik, ateşle yazılır.”
"Vatan bir kumaş değil ki biçilsin. Vatan ateşle yazılır."