Geçtiğimiz gün yerel yönetimlerle ilgili birtakım cümleler kuruldu. Süslü kelimelerle bezenmiş eski bir masalı dinler gibi dinledim.
Masalı önceden biliyordum. Masal ilk kez yarım asır önce yazılmış, her gelen kendi çağına uydurmuştu. Sonu baştan belli bu masal, nihayetinde hep o malum soruyla bitiyordu:
“Eyalet sistemi neden olmasın?”
Bu soruyu soranlar, millete yeni bir idari vizyon sunmuyorlardı. Onlar, yalnızca eski bir planı cilalayanların ta kendisidir. Zira bu memlekette “eyalet” deyip geçemezsiniz. Eyalet demek, bu coğrafyanın ruh haritasını yırtmak demektir.
Bu tartışma yeni değildir.
Bugün bize “demokratikleşme” diye satmaya çalıştıkları bu fikir, daha 1980’lerde Evren’in kucağına bırakılmıştı. Ardından Özal devreye girdi; Türkiye’yi 13, 15, hatta 18 bölgeye ayırmayı düşünen raporlar yazıldı. Bunu Erdal İnönü de tartıştı, Demirel de.
Bugün gelinen nokta, geçmişin kısır tekerrürüne çakılan bir selamdan başka bir şey değil.
Şu sözleri unutmayın:
Türkiye sadece bir vatan değil, bir duruştur.
Bu duruş, bin yıl boyunca savaş meydanlarında segilenmiş, kanla mühürlenmiştir. Anayasamızın 1. maddesi sadece bir cümle değil; Malazgirt’ten Lozan’a kadar uzanan bir imzadır. Devletin ve milletin bölünmezliği, bir bürokratik tercihten değil, bir beka mecburiyetinden doğmuştur.
Eyalet sistemi, Fransa'da ya da Almanya'da teknik bir mesele olabilir.
Ama Türkiye’de bu mesele, etnik mayınlarla döşeli bir arazide yürümek gibidir.
Çünkü bu coğrafyada “yerinden yönetim” derseniz, birileri hemen “yerinden ayrılmak” der.
Siz “yetki devri” dersiniz, onlar “bağımsızlık” diye anlar.
Her şey zemin hazırlığıdır. Bu milletin doğusunda bir “eyalet” kurulur, ardından onunla sözde “federatif” anlaşmalar yapılır.
Ekonomik özerklik gelir, dil özerkliği gelir, sonra bayrak çıkar, sonra marş bestelenir.
Bir sabah uyanırız, karşımızda bir “fiili devlet” buluruz.
Biz yine geç kalmış oluruz.
Biz yine “Bunu nasıl fark etmedik?” diye hayıflanırız.
Ama bu milletin feraseti geç uyanırsa, son pişmanlık vatana bedel olur.