90’larda çocuk olduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. Özellikle Eskişehir gibi henüz gelişmekte olan bir şehirde komşuluğun henüz bitmediği bir dönemde çocukluğumun geçmesi günümüzle kıyasladığımda paha biçilemez… O zamanlarda özellikle yaz aylarında gece yarısına kadar sokakta oyun oynamak, komşunun hazırladığı salçalı ekmekten, pişiden, makarnadan yemek bana her zaman sokağın “kocaman bir aile” olduğuna inanmamı sağladı. Komşularımıza “komşu anne, teyze, hala, amca, dayı” diyerek büyüyen biriyim ve gerçekten de onları öz akrabam gibi bilirim.
Gel zaman git zaman apartmanlaşan ve yabancılaşan sokağımda yaşadığım apartmandaki komşuları tanımaz oldum. Bakın “komşuları” diyorum, onları sahiplenerek “komşularım” bile diyemiyorum. Modernleşmek bu mu? Günden güne “modernleşen” Türk toplumu aynı zamanda giderek yalnızlaşıyor mu? Bu arada elbette hâlâ şehrimin birçok yerinde eski komşuluk ilişkilerini aynı şekilde devam ettiren sokaklar mahalleler vardır, sözüm onlardan dışarı ama şehrin geneline baktığımızda özellikle benim gibi sokakta oyun oynayarak büyüyen biriyseniz sokakların giderek sessizleşmesine nasıl sessiz kalabilirsiniz?


Ülkemizde apartman teriminin ortaya çıkışı Erken Cumhuriyet dönemine kadar uzanmakta. O zamanlar Batılılaşmanın bir sembolü olarak görülen apartmanlar, o dönemin zenginlerinin birikimleriyle İstanbul’da apartmanlar yaptırdıklarına şahit oluyoruz. Bu dönemlerde yapılan apartmanların hem Osmanlı’nın süslü ve görkemli mimarisinden hem de modern Türkiye’nin geniş ve konforlu mimari anlayışından izler taşıyan bir görünümleri olsa da git gide daha yüksek gelir getirmeyi amaçlayan ve çirkin beton yığınları hâline gelen yapılara dönüşmüştür.


Özellikle büyük kentlere 1950’lerden sonra yapılan göçler nedeniyle apartmanlaşma yalnızca insan kitlelerinin barınma ihtiyaçlarını gideren yerler olmakla kalmamış geleneksel Türk aile yapısının değişmesine, büyük ve kalabalık ailelerden çekirdek ailelere dönüşen bir sosyal yapı olmasına neden olmuştur. Apartman sayılarındaki önlenemez artış beraberinde denetimsizliği, çarpık kentleşmeyi, köksüzleşmeyi, estetik ve zevk ögesinin bulunmadığı binaları da beraberinde getirmiştir. Kentleşmenin hızla artmasıyla birlikte apartman, ülkemizde neredeyse tek ev modeli olmuş ve kentlerin kendine has dokusunun kaybolmasına mahalle ve sokak kültürünün yok olmasına ve kendini hiçbir kültüre ait hissetmeyen bireylerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.


Herkesin “teknoloji çağı” dediği ancak benim “çılgın tüketim çağı” olarak adlandırdığım bu çağda birçok şey çok hızlı değişiyor ve bu değişimeler birçok insana karmaşık geliyor. İnsanlar bu değişiklikler karşısında arkadaşlıklarını ve dostluklarını da tüketiyor ve insanların birbirlerine olan ihtiyaçları da azalıyor. Eskiden insanlar, öğrenme ihtiyaçlarını birilerine danışarak onların bilgisinden ve düşüncelerinden yararlanarak giderebilirken şimdi akıllı telefonlardan yaptıkları bireysel araştırmalarla bu ihtiyaçlarını karşılayabiliyorlar. Biraz da egoist bir tavırla birinden yardım alarak başarıya ulaşmak yerine kendi çabalarıyla başarıya ulaşmayı tercih ediyorlar ve bunun daha kıymetli olduğuna inanıyorlar. “Kendi başına mücadele etmek” her ne kadar insanı olgunlaştıran bir davranışmış gibi gözükse de sosyal olmasıyla bilinen insanları giderek asosyal bir canlıya evirilmesine neden oluyor.


Günümüzdeki “yalnızlık” terimi TDK Sözlük’te tanımlandığı gibi “tek başına olma, toplumsal ilişkilerden yoksun olma veya yoksun bırakılma” şeklinde düşünülemez. Modern toplumdaki yalnızlık, toplumdaki insan sayısının yetersizliğinden kaynaklanan bir durum olamaz. Çevresinde çok fazla insan olan ve aslında belli bir düzeyde sosyal çevreye sahip olanlar da bu “yalnızlık” duygusunu iliklerine kadar yaşayabilir. Popüler bir terim olarak kendini kalabalıklar içinde yalnız hissedebilir. Çünkü kişi kendini yaşadığı dünyaya ait hissetmeyebilir. Bence bugünün dünyasında insanların içinde bulamadığı en önemli duygu aidiyet duygusu. Tamam sen o grup içerisinde yer alan ve gruptakilerce sevilen sayılan biri olabilirsin ama sen o gruba kendini ait hissedebiliyor musun? Mesele tam olarak bu bence.


Modernleşme, endüstrileşme ve kentleşme adına ne derseniz deyin günümüz insanını etkisi altına alan durumun hız kazanması Türk insanının geleneksel kodlarını ve yaşayışını derinden sarsmıştır. Modernleşme bireyi ve toplumu zihinsel açıdan radikal bir dönüşümü yaşamaya zorlamıştır. Kısacası sanayileşme ve kentleşme, insanın ilişkilerini kökünden değiştiren bir yapı ortaya çıkarmıştır. İnsanlar toplum olma, bir topluma ait olma duygularını yitirmiş ve kendi başına bir birey olmaya itmiştir. Ancak işin ilginç tarafı kentli birey, kendini hiç olmadığı kadar özgür hissetmekte ve kendi sorunlarını, yukarıda da bahsettiğim gibi, başkasına ihtiyaç duymadan çözebileceğine inanmasına neden olmuştur. Hayatını, herhangi bir topluluğa ait olmadan sürdürebileceğini zannetmektedir. 


Ancak bu düşünce oldukça yersizdir. İnsan dünya üzerinde var olmaya başladığı ilk andan itibaren sosyalleşmeye ihtiyaç duyan bir varlıktır. Yaşadığı sorunları, mutlulukları, hüzünleri ve bilimum duyguları paylaşarak sosyalleşir. Yani kentli insanın yaşadığı “özgürlük” hissi onun genetik kodlarına aykırı bir durumdur. Bunu ben demiyorum, Baumann diyor. Ona göre modernliğin vaat ettiği özgürlük tam bir aldatmaca. Sosyalleşmekten yoksun, çaresiz fakat “özgür” olan kentliye bu sahte özgürlüğün bedeli terk edilmişlik hissi, tek başınalık, yersizlik-yurtsuzluk, köksüzlük, yalnızlık ve huzursuzluk olarak dönüyor. Diğer bir ifadeyle modernleşme insana toplumdan soyutlanma, güvensizlik ve kaygı duygularını artırarak yalnızlık deneyimini pekiştiriyor.


Buna en güzel örneklerden biri yaşadığımız pandemi süreci. Bireyler kapanma sürecinde kendilerini sadece hastalıklardan izole etmekle kalmadı aynı zamanda sosyal hayattan da kendini izole etti. Birçok noktada kendini özgür hisseden birey sorunlarını da kendi başına çözebileceğini zannetti ancak bunu başaramadı. Sosyalleşmenin temel taşlarından olan empati ve hoşgörüyü kaybeden kentli insan severek evlendiği “doğru insanın” aslında doğru insan olmadığını gördü ve boşanma davaları hiç olmadığı kadar arttı. 


Kapanma sürecinin ardından başlayan “normalleşme” sürecinde gördük ki, geçmişte kalabalıklar halinde yapmayı sevdiğimiz birçok etkinlikten aldığımız keyfi artık alamamaya başladık. Sinemaya gidip güzel bir filmi başka bir şeyle ilgilenmeden izleyebilme, konsere gidip sanatçıyı hayranlıkla dinleme, bir kafeye ya da bara gidip uzun uzun keyifli sohbetler yapma yeteneklerimizi kaybettik. Bu yeteneklerimizi de geri kazanamıyoruz.


Modern toplumlarda hissedilen güvensizlik duygusuyla insan yalnızlık çıkmazına itilmiştir. İnsanlar yeni, geniş, konforlu, ultra lüks apartmanlarda giderek yorgun ve yalnız kalmıştır. Sosyal hareketliliğin yoğun olduğu kentlerde komşuluk ilişkileri giderek azalmış hatta kaybolma noktasına gelmiştir. Sadece komşuluklar değil iş arkadaşlıkları, arkadaşlıklar, dostluklar, evlilikler de bu yalnızlaşmadan olumsuz etkilenmiş insanlar belirli çıkarlar doğrultusunda ilişkiler kurmaya başlamış; dürüstlük gitmiş yerine ikiyüzlülük gelmiştir. Bu da yalnızlaşmayı ve topluma yabancılaşmayı körüklemektedir.
Kentlileşme yalnızca kentte yaşamayı değil aynı zamanda insanların yaşam biçimindeki dönüşümleri de anlatmaktadır. Bütün bu dönüşümlerin edebi eserlere yansıması da kaçınılmazdır. Batı edebiyatında Kafka’nın Dönüşüm’ü ve Yalnızlık Sahip Olduğum Tek Şey’i, Camus’un Yabancı’sı, Pessoa’nın Huzursuzluğun Kitabı’sı, Calvino’nun Varolmayan Şövalye’si, Auster’in Yalnızlığın Keşfi ve tabii Defoe’nin Robinson Crusoe’si yalnızlık temasını çok iyi anlatırken bizde de Cahit Zarifoğlu’nun Eksik Yol öyküsü, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı ve Korkuyu Beklerken’i, Peyami Safa’nın Yalnızız’ı, Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan’ı, Aziz Nesin’in Mum Hala I’i, Tezer Özlü’nün Yaşamın Ucuna Yolculuk’u ve Nuri Pakdil’in Derviş Hüneri’si toplumumuzun yalnızlığını en iyi anlatan eserlerden yalnızca birkaçı.


Kısacası modernizm, bireyci zihniyeti ve sözde özgürleşmeyi öven bir durum olarak karşımıza çıksa da aslında bireyin toplumdan izole bir yaşam sürdürüp giderek yalnızlaşmasına zemin hazırlayan bir durumdur. Modern kentin insanı artık bir makinenin dişlisi olmuş ve sosyalleşme becerilerini kaybetmiştir. Sosyalleşme becerisinin kaybolmasıyla birlikte iletişimsizlik artmış bu da bireylerin arasında güvensizliği tetiklemiştir. İşte bu yüzden bugün sokaklarda özgürce oyun oynayabilen çocukları göremiyoruz. Başlarına bir şey gelecek endişesini bu yüzden yaşıyoruz. Kişilerin çıkarları doğrultusunda hareket etmesi, kendi menfaatlerini korumak için her türlü yola başvurması da yaşanan güvensizliğin ve kuşkunun zirveye ulaşmasına neden olmuştur. Konuyu daha fazla da uzatabilirim ama sizleri sıkmak da istemiyorum. Yalnızlaşma ile ilgili okuyabileceğiniz birkaç makale tavsiye edip yazımı sonlandıracağım. Mesela; Özlem DUVA KAYA’nın Yaş Alma, Yalnızlık ve Tek Başınalık, Karnick PAULA’nın Yalnızlık Hissi: Teorik Yaklaşımlar, Ebru AKBAŞ, Gülay TAŞDEMİR YİĞİTOĞLU ve Nesrin Cunkuş’un birlikte kaleme aldığı Yaşlılıkta Sosyal İzolasyon ve Yalnızlık ve Büşra SÜRGİT’in Modern Bireyin Yalnızlaşması ve Yabancılaşması Bağlamında Apartman Yaşamı ve Cahit Zarifoğlu’nun “Eksik Yol” Başlıklı Öyküsü makalelerine bakabilirsiniz. Ayrıca Ebrar KARACA’nın Sosyolojik Kuramda Yalnızlık: Modern Toplum ve Mesafe Kültürü yüksek lisans tezi de size bu konuda yardımcı olabilir.


Son sözü Özdemir Asaf söylesin:

Yalnızlık, yaşamda bir an,
Hep yeniden başlayan..
Dışından anlaşılmaz.

Ya da kocaman bir yalan,
Kovdukça kovalayan..
Paylaşılmaz.

Bir düşün'de beni sana ayıran
Yalnızlık paylaşılmaz
Paylaşılsa yalnızlık olmaz.