İnsan hayatı dışında her şeyin zamlandığı -pardon fiyat güncellemesi yapıldığı- güzel ülkemde yaşamaya çalışmak gerçekten çok zor. Ekmekten suya, benzinden ulaşıma hemen her gün bir ürünün fiyatında güncelleme yapılıyor. Hayat bu kadar pahalılaşıp gelir-gider dengesinin bozulduğu yurdumda insanların da psikolojilerinin sağlam kalması pek muhtemel değil.

Toplumsal bir depresyonun içinde olduğumuzu düşünüyorum. Evet, böyle bir terim olmayabilir belki varsa da başka bir anlamda kullanılıyor olabilir ama birazdan bahsedeceğim konulardaki duyarsızlığımız, tepkisizliğimiz ve unutkanlığımızı açıklayabilmek için harika bir terim. Depresyonun tanımını kısaca yapacak olursak: kişinin enerjisinin azalması, geleceğe karşı umutsuzluk hissetmesi, mutsuzluk, huzursuzluk, dikkat ve konsantrasyon sorunları, odaklanamama, karar vermede güçlük, suçluluk duyma ile kendini gösteren bir tablodur.Baskıcı bir yönetim altında yaşayanlarda -ki ülkemizde baskıcı bir yönetim anlayışı yoktur-, mutsuzluk, umutsuzluk, huzursuzluk, sosyal kaygı, gelecek kaygısı gibi ortak belirtiler gözlemlenebilir.

Gündüz kuşaklarında yayımlanan programlarda, ana haber bültenlerinde, gazetelerde ve sosyal medyada sürekli şiddet, cinayet, çarpık ilişkiler gibi şeyleri görüyor olmamız da sağlam olmayan psikolojimizle ilişkili. -Aralarında benim de olduğum- Birçok vatandaşımız temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra sosyalleşmek gibi kültürleşmek gibi birçok ihtiyaçlarını karşılayacak imkânı maalesef bulamıyor. Bu durumda da duygularımızı bastırmak zorunda kalıyoruz ve bastırdığımız bu duygular fırsatını bulduğu ilk anda normalden daha şiddetli bir şekilde ortaya çıkıyor.

Trafikte yol aldığımızı varsayalım. Sakince kendi şeridimizde giderken bir başka sürücünün dikkatsizliği ya da kural tanımazlığı yüzünden ortaya çıkan tartışmada hemen şiddete başvuruyoruz. Olayda haklı ya da haksız olmamızın da bir önemi yok. Kim daha güçlüyse o haklı çıkıyor. Ya da kim daha pervasızca karşı tarafa saldırıp kendini haklı çıkarırsa, bilemedim. Babam mesleği gereği sürekli trafiğin içinde ve onun çok güzel bir lafı var: “Önceden trafikte ‘Teksas Kanunları’ işlerdi artık ‘Orman Kanunları’ işliyor. Kim diğerinden daha güçlüyse kavgayı o kazanıyor.” Gerçekten durumu çok güzel özetliyor.

Alın terinizle evinize ekmek götürmek isteyen bir taksicisiniz. Sizi evde bekleyen eşiniz ve çocuklarınız var. Taksinize aldığınız son müşteriniz sizin Azrail’iniz oluyor. Cebinizdeki birkaç lira için hayatınızı kaybediyorsunuz. Yaşanan bu üzücü olay haberlere yansıyor ve normalde yaşanan bu olay karşısında duyarlı olmamız gerekirken aksine daha insanlığımızı kaybettiğimizi gösteren başka olaylar ekrana yansıyor, işi arsızlığa vardıran ifadeler haberlerde yer alıyor. Hayatını kaybeden taksici için birkaç gün yalandan üzülüp sosyal medyada etiketlerle birkaç gönderi paylaşıp vicdanımızı temizliyor ardından böyle bir olay yaşanmamış gibi hayatımızda devam ediyoruz.

Kadın cinayetlerini ise neredeyse normalleştirdik hatta ölen kadına üzülmek yerine katilin haklılığını ortaya koyan cümleler sarf etmeye başladık. Bilmiyorum haberiniz var mı ancak 2024’ün 45. gününü yaşadığımız bu tarihte tam 52 kadın, cinayete kurban gitti. 2023 yılında 402, 2022 yılında 409, 2021 yılında 432, 2020 yılında 418, 2019 yılında 425, 2018 yılında 408... 2008-2024 yılları arasında tam 4.279 kadın… Bunlar birer sayı değil hayattan koparılmış canlar. Medeniyetten yoksun biz erkeklerin “namusumu temizledim” kılıfıyla işledikleri cinayetler… Kaçının adını biliyoruz, kaçının adını hatırlıyoruz? Beşinin mi, onunun mu, yirmisinin mi, yüzünün mü? Bu konuyla ilgili daha fazla cümle yazamayacağım.

Ülkenin neresine baksak bir vahşet görüyoruz. Son zamanlarda sokak hayvanlarına ve hayvanlara yapılan eziyeti ve vahşi cinayetleri görmezden gelirsek insanlığımızı sorgulamamız gerekir. Tek derdi karnını doyurmak olan zararsız ve sevimli sokak canlarını katleden canilere olan öfkemizi dile getirmek için en ağır hakaretleri en ağır küfürleri ve hatta en ağır bedduaları bile etsek az geliyor. Onlar masum canlar. Bir kedi, bir köpek size ne yapmış olabilir de siz onları katlediyorsunuz? Aklımın almadığı konular bunlar.

Değinmeden olmaz, yaşadığımız doğal afetler sonucu birçok canımızı kaybettik. Hem yüzyılın en büyük felaketi olan 6 Şubat Depremi’nden hem de ondan önce ve ondan sonra yaşanan felaketlerden hiçbir ders çıkarmadık. Jeolojik konulara ucundan kıyısından hâkim olan herkes; bu ülkenin bir deprem ülkesi olduğunu, insan etkisiyle -ormanların yok edilmesi, tarımda kullanılan vahşi sulama, sulak alanların kirletilmesi gibi- meydana gelen felaketlerin de ülkemizde sıkça yaşandığını görmeli. Yalnızca görmekle kalmamalı yaşanacak felaketlerin ardından can kaybını en aza indirecek tedbirleri de almalı, anlatmalı, öğretmeli… Yalnızca depremde değil diğer afetlerde neler yapmamız gerektiğinin de eğitimi verilmeli.

Değinilmesi gereken bir başka konu da iş kazaları ve bu kazaların sonucunda yaşamını kaybeden işçiler. Kimi işverenin iş güvenliği için gerekli olan altyapıyı ve imkanları sağlamamasından kimi de işçi dikkatsizliğinden kaynaklanan ölümler. 2019 yılında yapılan bir araştırmaya göre Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında “istihdamda her yüz bin kişi başına ölüm oranı” istatistiğinde 5,36 puanla en çok ölümün gerçekleştiği ülke. Şöyle bir incelediğimizde 2013-2023 yılları arasında 20.858 işçimiz, yaşanan iş kazaları neticesinde hayatını kaybetmiş. Tabi bunlar sigortalı bir şekilde çalışan işçiler. Herhangi bir sigortası olmayan işçilerin akıbeti ise bilinmiyor.Üstelik son on yılda yaşamını kaybeden 907 işçimiz çocuk işçi… 2024 yılının Ocak ayında ise 158 işçimiz hayatını kaybetmiş. Ölümlü iş kazalarının büyük bir bölümünün madenlerde gerçekleşen kazalar olduğunu onu ise inşaatlarda gerçekleşen ölümlerin takip ettiğini görüyoruz. Bunca ölüm gerçekleşmişken sorumluların hemen hiçbirinin ceza almaması da yaramıza tuz basan başka bir durum.

Sizin de bu yazıyı okurken aklınıza gelen birçok facia vardır eminim. Onlara değinmemiş olmam onlara değer vermediğimi ya da onları unuttuğumu göstermiyor. Bunlardan da bahsedip zaten kararttığım içinizi daha fazla karartmak istemiyorum. Kısaca konu başlıklarını vereceğim: Çocuk gelinler, aile yapısının ve kutsallığının bozulması, din tüccarlığı, sosyal medyanın toplumda yarattığı kültürel ve ahlâkî erozyon, kız çocuklarının okutulmaması, istismarlar…

Peki, ülkede onlarca olay yaşanırken biz ne yapıyoruz? Hiçbir şey. Sosyal medyaya girip açılan hashtag’lerle (bu sözcüğü de hiç sevmem) birkaç gönderi paylaşıp vicdanımızı rahatlatıyor ardından hiçbir şey olmamış gibi yaşamımıza devam ediyoruz. Diyebilirsiniz ki “Etmek zorundayız, her yerde bir olay var hepsine duyarlı olursak yaşamak için umudumuz kalmaz.” Haklısınız. Ancak belli başlı konularda tepkimizi gerçekten ortaya koyarsak birçok konuda ilerleme kaydedeceğimizi düşünüyorum. Bu “Haydi sokağa çıkalım, yürüyüş yapalım, slogan atalım!” da değil. Çok kapsamlı bir proje geliştirip bunu uygulayarak da bunların önüne geçebiliriz. Mesela kadın cinayetlerinde iyi hal indirimi, tahrik indirimi gibi indirimleri uygulanmaması ya da hayvanların da bir can olduğunu ve onları katledenlerin bir insanı katletmiş gibi yargılanıp cezalandırılması, çevreyi ve doğayı kirletenlerin ülkenin geleceğini tehlikeye attığı gözetilerek ona göre bir yaptırımın uygulanması gibi caydırıcılıklar ortaya konabilir.

Bilmiyorum, toplumsal bir depresyonun içinde gibiyiz. Yazının başında da belirttiğim gibi ülkede bunca şey yaşanırken yaşananları “normalleştirmek” bana pek normal gelmiyor. Günden güne olaylar karşısında tepkisizleşmek, ruhsuzlaşmak, duyarsızlaşmak… Anlayamadığım davranışlar…

Vatandaş Olarak Yerel Yönetimlerden Ricamdır

Projelendirilmiş, Avrupai tarz kazandırılmış ve yerli turistlerin akın akın geldiği bölgenin dışında Eskişehir’in kenar mahallelerinden birinde ikamet eden duyarlı bir vatandaşım. Ve etrafımda başarılı olabilecekken ailesinin maddi durumu yeterli olmadığı için eğitimine devam edemeyen ya da etse de eğitim eşitsizliği yüzünden hedeflediği noktalara ulaşamayan birçok genç var. Bu gençler eğitimden uzaklaştıkça zararlı alışkanlıklar ediniyorlar. Hazır yerel seçimler yaklaşırken adayların bu mahallelerde yaşayan gençlerin gereksinimlerinin karşılanacağı akılcı projeler geliştirmesi gerektiğini düşünüyorum. Beldeevi açmak, Gençlik Merkezi açmak değil benim dediğim. Daha işlevsel ve çözümcü projeler.

Yıllar evvel henüz üniversite okurken bir eğitim derneği içinde aktif görev alan bir gençtim. Gönüllülük esasına dayalı birçok proje gerçekleştirdik. Bu projelerden biri de eğitim projesiydi. Ailelerinin maddi durumu iyi olmayan ancak geleceği parlak öğrencileri sınavlara hazırlayarak onların hedeflerine ulaşmalarına destek olmuştuk. Projemiz için belediye, bünyesindeki bir binayı sınıf haline getirmişti ve o sınıflarda biz o öğrencilerin hayatlarına dokunma fırsatına kavuşmuştuk. Sene sonunda da kursa devamlı gelen öğrencilerimizin hedeflerine ulaştığını görmenin gururunu yaşamıştık. Şimdi, bu tarz projelere yerel yönetimler karşı duruyor, görmezden geliyor. Ben şundan eminim; buna benzer projelerde yer alacak birçok gönüllü genç var. Ülkeyi muasır medeniyetler seviyesine ulaştırmayı hedefleyen gençler bunlar. Belki bir şans verilir, bilemedim.

Bugün Erkin Koray şarkısıyla bitireceğim:

Sözler altında
Gözler altında
Yaşam kavganda tek başınasın

Nefes alırken
Nefes verirken
Gülüp ağlarken tek başınasın