Herkese yeniden merhaba… Uzun bir bayram arasından sonra sizlerle tekrar buluşmak çok keyifli. Umarım siz de benim gibi keyiflisinizdir.

Bayramı yaşarken artık eskisi kadar heyecanlanmadığımı fark ettim. Eminim, birçoğunuz da benim gibi hissediyorsunuz. Bir aylık ibadetin ardından ibadetin dünyadaki kutlaması olarak görebileceğimiz bayramın coşkusunu özellikle bu bayramda hiç hissedemedim. Ailem, dostlarım ve sevdiklerim yanımda olsalar da bir şeylerin eksikliğini hissediyordum. Neyin eksik olduğunu bulmak için çevremi gözlemlemeye başladım. Beni az çok tanıyorsunuz, gözlem ve analiz konusunda Sait Faik’i aratmam. Gözlemlerimin sonucunda şunu gördüm: Benim dışımda herkes çift. Mutluluklarını, sevinçlerini, coşkularını veya hüzünlerini paylaşabilecekleri bir yoldaşları var. Yoldaşının mutluluğuyla bile mutlu olabilirler. Anlayacağınız kalabalıklar içinde yalnız kaldım.


Biz bugünkü konumuza dönelim: Geçenlerde bir arkadaşım sohbetimiz esnasında çok sevdiği bir cümleyi benimle paylaştı: “Yürümeye devam et! Yol, insanı terbiye eder.” Ne kadar derin bir cümle… Hayat, Âşık Veysel’in harika şekilde tasvir ettiği gibi “uzun ince bir yol” ve biz de bu yolun yolcusuyuz. Aşağıdan yukarıdan bu yolun sonu görüldüğüne göre bu yolu nasıl yürüdüğümüz daha da önem kazanıyor. Hatalarımız, yaşadığımız zorluklar, başarabildiklerimiz, başaramadıklarımız… Bu yolda yürürken karşılaştığımız her ne varsa bizi onlar terbiye ediyor. Buradaki “terbiye” sözcüğü, TDK Sözlük’te geçen anlamıyla “eğitim” veya “görgü” anlamıyla birlikte bizi biz yapan tüm deneyimlerimizi de kapsıyor. Geniş anlamıyla düşünmek gerekiyor. 


Yolu yürümek, yürümeye devam edebilmek… Aldığımız darbeler sonucu düşsek de kalkıp yeniden yürümeye başlamak, pes etmemek, direnmek, direndikçe güçlenmek… Güçlenmenin sonucunda da terbiye edilmek… Bir daha düşmemeyi, düşsek de kalkıp yola devam edebilmeyi öğrenmek… “Rızkı veren” Huda’dan başka kimseye minnet etmemek… 
Peki ya pes edenler? Zorluklara dayanacak gücü kalmayıp pes edenler? Ülkemizde son zamanlarda artış gösteren bazı pes etmeler var ve bunun da sonucu ya depresyon ya da intihar oluyor maalesef. Bir araştırmaya göre Dünya’da her yıl yaklaşık 700 bin kişi intihar ediyor. İntihar edenlerin %80-85’i ise ya düşük ya da orta gelirli insanlar. 15-29 yaş aralığında ise intihar maalesef 4. ölüm sebebi.


TÜİK’in 2018 yılında yaptığı bir araştırmaya göre Türkiye’de her gün 9 kişi intihar ediyor. Bu intiharların nedenleri ise geçim sıkıntısı, hastalıklar, ağır depresyon, toplum ve aile baskısı, ticari başarısızlık, hissi kişilik ve istediği kişiyle evlenememe olarak sıralanıyor. 2022 yılında yayımlanan istatistiğe göre ise en fazla intihar oranı Tunceli’de iken en az intihar oranı Gümüşhane’de. Sayısal verilerde ise İstanbul, en çok intihar vakasının yaşandığı şehir. Tabi bu istatistik verilerinin güvenilirliği de tartışılır. Çünkü “intihar” toplum tarafından kabul görmeyen ve üstü kapatılmaya çalışılan bir ölüm şekli. İstatistiklere “intihar” olarak yansıtılmayan ölümler de olabilir. Erkeklerin kadınlara göre daha fazla intihar ettiğini söylemek de mümkün.


Bu tatsız konuyu kapatmadan önce intihar düşüncesinin ve eyleminin bir sonuç olmadığını ve önlenebilir ölüm sebepleri arasında ilk sırada yer aldığını hatırlatmak istiyorum. Eğer böyle bir düşünceye sahipseniz ya da çevrenizde böyle bir düşünceye sahip biri varsa uzman psikologlardan, psikolojik danışmanlık merkezlerinden yardım istemeyi ertelemeyin ve göz ardı etmeyin. Siz önce kendiniz ve sevdikleriniz için çok değerlisiniz.
Bir iki gündür Dücane Cündioğlu’nun “Daire’ye Dair” adlı kitabını okuyorum. Dücane Cündioğlu; Türk-İslam felsefesi, dinler tarihi, mantık, dilbilim, yorumbilim gibi disiplinler üzerine kendini geliştirmiş ve felsefe, teoloji, psikoloji, tasavvuf, sanat, sinema gibi farklı alanlarda yazdığı felsefi denemeleriyle tanınan araştırmacı-yazardır. Okuduğum kitabının “Aşka Ermek” bölümünden bahsetmek istiyorum size.


Gerçeğin birçok yüzü vardır ve gerçek bir topluma yüzünü kolayca göstermez. Gerçekleri görmek isteyenler ona yaklaşımlarının sonucunda gerçeklerin bir yüzünü görebilirler. Gerçeği görmek isteyenlerin elindeki en önemli gereci sabretmeyi bilmektir. Az önce de dile getirdiğim gibi, gerçekler yüzlerini asla kolaylıkla göstermezler. Onun görebilmek için zahmet çekmeli ve bedel ödemelisiniz. Bu süreç de çoğu zaman uzun süren bir yolculuğa çıkılacağını gösteriyor. Bu noktada da sabır devreye giriyor. Denemekten bıkmayanlar, düştükleri yerden daha güçlü bir şekilde kalkmayı başarabilenler çıktıkları yolun sonunda aradığı gerçeği bulabilecekler. Bilmek, bilmeyi istemek, gerçeği aramak insanı hedefine adım adım yaklaştırır. Bilmeyi isteyen insan zaman içerisinde her basamağı tek tek çıkarak yol alabilir. Bu yolculukta bilinmesi ve öğrenilmesi gereken şeyler çoktur ancak çokluğun mertebelerinden geçip her şeyin “birlik” içinde olduğunu görmek bu yolculuğun temel amacıdır. Tasavvufta olduğu gibi “Vahdet-i vücûd” mertebesine ulaşmak. Tüm evrenin “Bir” olandan “çok” olduğunu kavramak… 


Bu yolculukta tek başına “bilmek” arzusu kişiye yetmeyecektir. İnsan gayret edip “bilgin” olabilir ancak işin içine aşk girerse “bilge” olabilir. Bilginlik, yani âlimlik, isteyen herkesin azim ve kararlılıkla çalışmaları sonucu elde edebileceği bir mertebeyken bilgelik, yani âriflik, bilmenin yanında aşkın da olmasıyla elde edilebilecek bir mertebedir. Bu nedenledir ki Türk Tasavvuf Edebiyatı’nın usta şairlerine biz “ârif” diyoruz. Bir şeyi bilmek azim ve gayret isterken bir şeyi tanımak aşk ve sevgi ister.


Peki, yalnızca aşk ile bu yol yürünemez mi? Bu yola aşk ile çıkılabilir ve aşk ile uzun bir yol da gidilebilir ancak yolun sonundaki gerçekliğe yalnızca aşk ile ulaşmak mümkün değildir. Burada kullandığım aşk ifadesini hem beşerî aşk olarak hem de ilahî aşk olarak düşünmek mümkündür. Örneğin: İki insanın birbirlerine duyduğu aşk ile çıktıkları yolun sonundaki gerçek “evlilik” olacaktır. Bu iki insan birbirlerine duydukları aşk ile bu yola ilk adımlarını atarlar ve bir süre bu şekilde ilerlerler. Ancak yolun sonundaki gerçeğe ulaşmaları için birbirlerini tanımaları; birbirlerini tanımaları için de birbirleri hakkında bilgilenmelidirler. Aşk ve bilgi bir denge içerisinde ilerleyebildiğinde mutluluğu yakalayacaklardır. Sadece aşk ya da sadece bilgi gerçeğe ulaşmaya yetmeyecektir.


İlahî aşka giden yol ise tek kişiliktir. Çünkü arifler bilgi ve aşklarıyla bu yolda tek başına olmak zorundadır. Gerçeğe ulaşılacak yolda topluca yürümek imkânsızdır. Yaratıcı ile yaratılan arasında bir aracının olması lüzumsuzdur. Yaratıcı, yarattığının her anını görür ve bilir. Yaratılan da bunun farkında olursa ancak gerçeklere ulaşabilir. Gerçeğe giden yol yalnız kalmaktan korkanların yürüyebileceği bir yol değildir. Gerçek bir çölse, bu yola çıkan da Kays olmalı ve dünyevi ne varsa bunlardan kurtulup Leylâ’sını yani gerçek aşkı bulma yolunda Mecnun’a dönmelidir. “Hakk’ın huzuru, her isteyenin bir çırpıda ulaşabileceği bir eşik olmaktan münezzehtir; O’nun huzuruna tek tek ve ancak adım adım çıkılabilir.”
Bu yolu yürümenin bir bedeli olduğu gibi bir de mükafatı vardır o da yolun sonunda kendini tekrar ama farklı bir surette bulmaktır. Yolcular yola kendisinden çıkar ve yolun sonunda yine kendisine varır. Kendi gerçeğini bulduğunda “Hakikat benim” der fakat gerçeği bulduğunda ya bir minareye çıkıp Hallac-ı Mansur gibi “Ene’l-hak” diye bağırır ya da Yunus Emre gibi “Ete kemiğe büründüm / Yunus diye göründüm” der. İkisi arasındaki en büyük fark yolcunun ilkinde sahip olduğunu ikincisinde ise ait olduğunu düşünmesidir.


Vahdet-i vücûd anlayışı hem Klasik Türk Edebiyatı’nda hem Tasavvufî Türk Edebiyatı’nda hem de Cumhuriyet Edebiyatı’nda sıklıkla işlenmiş; çok derin ve geniş kapsamlı bir konu olduğu gibi bıçak sırtı kadar keskin tehlikeli bir konudur. Konunun uzmanı olmadığımdan çeşitli kaynaklardan ve Dücane Cündioğlu’ndan okuduklarımı bir araya getirerek çok da derinlere inmeden size bunu aktarmaya çalıştım. Konu ile ilgili daha detaylı bilgiye sahip olmak isterseniz bu konuda yazılan birçok değerli kaynağa başvurabilirsiniz. 


Bugünkü yazımı derin anlamlar içeren Yunus Emre’ye ait bir şiirle bitireceğim. Bir sonraki yazımda görüşmek üzere.

Ma‘nî bahrine talduk vücûd sırrını bulduk
İki cihân ser-te-ser cümle vücûdda bulduk

Bu çizginen gökleri tahte's-serâ yirleri
Yitmiş bin hicâbları cümle vücûdda bulduk

Yidi gök yidi yiri tagları denizleri
Uçmagıla Tamu'yı cümle vücûdda bulduk

Gice ile gündüzi gökde yidi yılduzı
Levhde yazılan sözi cümle vücûdda bulduk

Mûsâ'nun agdugı Tûr'ı yohsa Beytü'l-Ma‘mûr'ı
İsrâfîl çaldugı Sûrı cümle vücûdda bulduk

Tevrât'ıla İncîl'i Zebûr'ıla Furkân'ı
Bunlardagı beyânı cümle vücûdda bulduk

Bir ile iki üçi dördile biş ü altı
Yidi sekiz tokuzı cümle vücûdda bulduk

Yûnus'un sözleri Hak cümle didügi saddâk
Ne gördüysen kamu Hak cümle vücûdda bulduk