Son zamanlarda beni endişelendiren en büyük sorun kültürel yozlaşma ve sosyal çürüme. Sosyal medyada ortaya çıkan ve Zeliha Burtek’in “birey olmak için sosyal çürüme gereklidir. Eğer kişi kendi çürümesini ortaya koyamazsa her alanda üslupsuzluk ortaya çıkar. Bu nedenle sosyal çürüme iyidir.” düşüncesini değil kötü anlamıyla toplumu kaygı verici noktalara sürükleyen sosyal çürümeden bahsediyorum.

Kabul ediyorum, “toplumsal ahlak” diye bir kavram yok. Ahlâkın dinle de bir ilgisi yok. Dindar bireylerin aynı zamanda toplumun geneline göre daha yüksek ahlâkî değerlere sahip olması, ahlâkın dinle doğrudan bir ilgisi olduğunu göstermez. Herhangi bir inanca sahip olmayan bireyler ve toplumlarda toplumun yüzyıllar içinde ortaya çıkardığı kurallara uyan, kendi hakkını ve başkasının hakkını koruyan gözeten bireylerin de ahlâkî değerlere sahip olduğunu aklımızdan çıkarmamak gerekir. Bu nedenle bireylerin ahlaklı oluşu, ahlakın toplumsal önemini ortaya koyar. Yani kişilerin ahlak düzeyleri o toplumun ahlaki değerlerini belirler. Son dönemlerde ise bireyin giderek kaybolan ahlâkî değerlerinin de toplum değerlerinin ve kurallarının artık göz ardı edilmesiyle, sosyal medyanın zararlı etkisi ve iletişim araçlarının gücüyle toplumumuza çok daha hızlı bir şekilde etki ettiğini görüyoruz. Millî, dinî ya da ahlâkî değerlere olan duyarsızlığımız ülkemizin gelecekte kaygı verici dönüşümler yaşayacağını göstermekte.

Son yıllarda apolitik, örgütsüz, öngörüsüz, bireyci, köşe dönmeci, çıkarcı ve ikiyüzlülük temelli mantığın hâkim olduğu ülkemizde artan sorunlar, kültürel yozlaşmaya yol açıyor. Kendi kültüründen habersiz bir şekilde yetişen nesil ve o nesle ayak uydurmaya çalışan eğitimsiz kesim, sosyal medyanın etkisinde kalıp kendi kültürleriyle bağdaşmayan eylemler “beğeni” almak uğruna gerçekleştirmekten geri durmuyor. Bu “beğeni” unsurunun yanına bir de maddi unsurlar da eklendiğinde bu durum giderek büyüyen bir sorun hâline bürünüyor.

Eğitimden mahrum bırakılma, ailesi ve çevresi tarafından sevgi görmeme, kişinin üzerinde hissettiği toplumsal baskı gibi aslında insanın temel ihtiyaçlarından yoksun bırakılarak kendi başına büyümeye bırakılması yani ilgisizlik, kişinin kendini daha “özgür” hissettiği sosyal medyada yukarıda bahsettiğim eylemleri gerçekleştirmesine neden olmakta. Sosyal medyada yer alan kişilerin ışıltılı hayatları, zenginlikleri; kişilerin ihtiyaç duyduğu birtakım konulara toplumsal ve dinî nedenlerden dolayı ulaşamamasından kaynaklı açlıkları da her türlü eğitimden mahrum bırakılarak büyütülmüş nesilleri ve günümüz neslini sosyal medyanın kölesi hâline getirmiş ve bu durumda toplumsal yozlaşmanın temelini oluşturmuştur. Yani iyiyi ve kötüyü ayırt edememe, kendi kültürüne yabancılaşan nesil ve örgütlü biçimde ortaya konamayan reddiyeler toplumu çürümeye götürmektedir.

Yozlaşmadan bahsetmişken yozlaşma teriminin de ne anlatmak istediğini bilmekte fayda görüyorum. Türk Dil Kurumu yozlaşma terimini “doğasındaki iyi nitelikleri sonradan yitirmek, özgünlüğünün bozulması, bir şeyin manevi niteliklerinden uzaklaşması” şeklinde tanımlıyor. Toplumun ahlâkî çöküntüsünü ve toplumsal çürümeyi daha iyi anlatan başka bir sözcük bulmak güç.

İçinde yaşadığımız toplumun kültürel değerlerine hâkim olan gücün özelliklerinin yavaş yavaş ortadan kaybolmaya başlaması, sosyal çözülmeyi ve kültürel yozlaşmayı beraberinde getirmektedir. Bir toplumda sosyal bütünleşmeyi sağlayan durumlar bozulmaya başladığında sosyal çürüme de başlamış demektir. Buna yakın dönemde yaşadıklarımızdan yola çıkarak çeşitli örnekler vermek mümkün. Televizyonda ve içerik platformlarında yayımlanan dizi ve filmlerde silah kullanımının, kadına şiddetin, çocuğa şiddetin, psikolojik şiddetin, ihanetin, aile bağlarını bozan unsurların gösterimin, müstehcenliğin, karamsarlığın, özentiliğin, toplumsal değerlerimize aykırı ilişkilerin “normalleştirilerek” sıklıkla gösterilmesi ülkemizde yaşanan sosyal çürümenin ne denli korkunç boyutlarda olduğunu göstermekte. Bu durum yalnızca genç ve yetişkinlere yönelik yayımlanan dizi ve filmlerde değil çocuklarımız için yayımlanan çizgi filmlerde de maalesef bu şekilde. Yayımlanan içeriklerin bir toplumu meydana getiren sosyal ilişkilerin bütününü bozacak şekilde gevşetmesi, toplumu ayakta tutan inanç ve değerlere uyum sağlayamaması ve o değerlere saldırgan bir tutum göstererek durumu normalleştirmeye çalışması gibi unsurlar; toplumsal değerlerinin farkında olmayan vatandaşlarımız için sosyal çürümenin boyutlarını ortaya koymakta.

Sosyal medya, televizyon ve içerik platformları gibi kitlesel iletişim araçları toplumun fertlerine kendine has ahlâkî değerler kazandırma gayretindedir. Herkesin en az bir kere duyduğu “toplum mühendisliği” kavramının uygulama aracı, bahsettiğim kitlesel iletişim araçlarıdır. Bir toplumu değiştirmek, itaat altına almak, üretmesini engelleyip tüketim insanı yapmak amacıyla mevcut olan değerleri kötüleyip yıkarak kendi değerlerini bireye kabul ettirmeye çalışır. “Araştırmacı gazeteci” ünvanlarına sahip insanların gündüz kuşağında kadınlara yönelik yaptığı programlara bakıldığında amaçlanan değişimin ne yazık ki başarıya ulaştığını görüyoruz. Aile birlikteliğinin yok sayılması, silahlanma yoluyla bireyin kendi adaletini sağlamaya çalışması, normal şartlarda toplumun asla kabul edemeyeceği birtakım ahlaksızlıkların birey tarafından nasıl normalleştirildiğini üzülerek izliyoruz. Türk toplumunun ahlâkî değerlerinin yok edilişine sessiz kalmaya da devam ediyoruz. Çünkü ahlâkî yapıdaki zafiyetler ana kültürün yozlaştırılması ve bu yozlaşmaya tepkisiz kalan kişiler nedeniyle meydana gelmektedir. Sosyal ilişkilere, davranışlara, zihniyetlere işleyen değişiklikler, toplumun geçirdiği değişimlerin sonucu olsa da bu değişimler kültürel değerlerin tahrip edilmesi boyutuna ilerlediğinden toplumumuz kaçınılmaz olarak ahlâkî buhrana sürüklenmiştir.

Kabul edelim ki toplumumuzda çok ciddi sorunlar var. Bu sorunların en başında toplum olabilme ile ilgili yaşadığımız sorunlar geliyor. Yıllardır toplumsal ayrıştırmaların dayatıldığı bir toplumuz ve hepimizi derinden etkileyen kitlesel problemler olmadığı sürece toplum olma bilincini gösteremiyoruz. Ayrışmış olmayı seviyoruz. Kitle iletişim araçlarının da sürekli olarak bu ayrıştırmayı, yanlışlıkları, sorunların toplum içinde artık kangren olduğu tarafları, kötü örnekleri normalleştirerek kişilerin gözleri önüne sermesi kişilerin karamsarlığa düşmelerini tetiklemektedir. Bireyler kendilerine sürekli empoze edilen bu durumlara giderek kayıtsız kalmakta ve kitlesel duyarsızlık meydana gelmektedir. 

Kültürel yozlaşmadan en çok etkilenen ise dilimiz. Günümüzde üç yüz kelimeyi aşamayan bir sözcük dağarcığıyla konuşur olduk. Bu kısıtlı sözcükler içerisinde iletişim kurma çabası içerisindeyiz ve hâliyle de bunu başaramıyoruz. Kendilerini düzgün bir şekilde ifade etmekten noksan bir nesil ortaya çıktı. Özellikle garip ve manasız kısaltmalar, yabancı sözcüklerin dilimizi işgali ve hatta emoji kullanımlarıyla dilimizi de yozlaştırdık. Dilleri yozlaşan ve fakirleşen toplumların düşünme, sorgulama ve üretme yetenekleri de körelir ve zaman içerisinde her alanda fakirleşir. 

“Sorunları tespit etmek kolay Emre Hocam, yok mu bir çözümü?” diyorsunuz eminim. Elbette var. Öncelikle size dayatılanların size ve kültürünüze uyup uymadığını sorgulamanız gerekiyor. Televizyonda, sosyal medyada, içerik platformlarında izlediğimiz şeylerin bize dayatılan toplum düzeni olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Yine izleyin, izlemeyin demiyorum ancak oradaki hayatların bir “kurgu” olduğunu da unutmayın.

Çocuklarımıza ve gençlerimize örf ve adetlerimizin öğretildiği ve benimsetildiği bir eğitim sisteminin inşa edilmesi de gelecek adına yapabileceğimiz şeyler arasında yer alıyor. Kültürel değerlerle desteklenen eğitim sistemiyle şanlı tarihinin bilincinde, kültürel değerlerinin farkında, ahlâkî değerleri olan nesiller yetiştirme şansımız da var. 

Sanırım Aristo demişti “Sağlam kalelerinin arkasında yaşayan milli değerlerinden uzak bir toplum, çoktan işgal edilmiştir.” diye. Çok doğru söylemiş. Evet, geçmişte yaşayanlara kıyasla bugün bilgiye ve ulaşmak istediklerimize çok rahat ulaşıyor ve sağlam kalelerimiz arkasında rahatça yaşıyor olabiliriz. Ancak bizi biz yapan değerlerden uzaklaşmamız, Batılılaşma adı altında kültürel yozlaşmayı kabul etmemiz de bizim Batılı milletler tarafından çoktan işgal edildiğimizi de gösterir. Bu işgal fiziksel bir işgal değil, kültürel bir işgaldir. Bu işgalin farkında olmak her Türk’ün görevidir.

Bu dünya soğuyacak günün birinde, 
hatta bir buz yığını 
yahut ölü bir bulut gibi de değil, 
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak 
                      zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.

Şimdiden çekilecek acısı bunun, 
duyulacak mahzunluğu şimdiden. 
Böylesine sevilecek bu dünya 
                     "Yaşadım" diyebilmen için...