Türkiye’nin ekonomik krizle boğuştuğu bu günlerde, Eskişehir Haber Ajansı’ndan (EHA) Yusufhan Toraman’ın hazırladığı bir haber, gençlerimizin omuzlarına yüklenen ağır yükü bir kez daha gözler önüne seriyor.
Toraman’ın, hem okuyan hem çalışan üniversite öğrencileriyle yaptığı söyleşileri kapsayan “Bir Elde Kalem, Bir Elde Tepsi: Geçim Mücadelesi Eğitimin Önüne Geçiyor!” başlıklı haberi, sadece bireysel hikâyeleri değil, aynı zamanda toplumsal bir çöküşün ve sistemsel bir başarısızlığın çarpıcı bir portresini sunuyor.
Mürüvvet Sude Selçuk’un, Nehir Şimşek’in ve Umut Can Gücükçavuş’un anlattıkları, bir neslin hayallerinin ekonomik gerçekliklerin altında ezildiğini gösteriyor. Bu gençler, üniversite sıralarında bilgi peşinde koşmak yerine, geçim derdiyle zombiye dönüşmüş bir hayatın içinde debeleniyor. Peki, bu tabloyu nasıl okumalıyız?
Bu, bir toplumun gençlerine ne kadar değer verdiğinin, ya da daha doğrusu, ne kadar değersizleştirdiğinin aynasıdır.
Eğitim mi, Hayatta Kalma Mücadelesi mi?
Üniversite, bir zamanlar bireyin kendini geliştirme, eleştirel düşünceyi öğrenme ve topluma katkı sağlama yolculuğunun merkeziydi. Ancak bugün, Eskişehir’deki gençlerin hikâyelerinde gördüğümüz gibi, üniversite eğitimi bir lüks haline geldi. Mürüvvet’in “Zombi gibi yaşıyorsun” sözü, bu neslin ruh halini özetliyor. 8 saat okul, 8 saat iş, 3 saat uyku... Bu döngü, bir öğrencinin ne entelektüel gelişimine ne de kişisel hayatına alan bırakıyor. Bu, gençlerin “gelecek” inşa etme fırsatından yoksun bırakılması anlamına geliyor. Eğitim, bir toplumsal mobilite aracı olmaktan çıkıp, geçim savaşının gölgesinde bir yük haline gelmiş durumda.
Yükseköğretim Kalite Kurulu’nun verileri, bu gerçeği çarpıcı bir şekilde doğruluyor: 2015-2022 arasında sadece Anadolu Üniversitesi’nden 78 bin öğrenci okulu bıraktı. Bu, bir neslin hayallerinin ekonomik krizin kurbanı olduğunun kanıtı.
Ekonomik Krizin Toplumsal Bedeli
Türkiye’deki ekonomik kriz, sadece maddi bir mesele değil; aynı zamanda sosyal yapıyı derinden sarsan bir olgu. Artan kira, ulaşım ve gıda masrafları, KYK’nın 3 bin liralık kredisini adeta bir alay konusu haline getiriyor. Nehir’in Ankara’daki annesine para göndermek zorunda kalması, bu krizin yalnızca bireyleri değil, aile bağlarını da nasıl zorladığını gösteriyor.
Bu, geleneksel Türk aile yapısında bir dönüşümün habercisi. Gençler, artık sadece kendilerini değil, ailelerini de sırtlamak zorunda. Bu, bir rol değişimi: Çocuklar ebeveyn, ebeveynler ise bağımlı hale geliyor. Bu tersine dönmüş sorumluluk döngüsü, gençlerin psikolojisini de altüst ediyor.
Nehir’in “Rüyamda bile çalıştığımı görüyordum” sözü, bu neslin zihinsel ve duygusal tükenmişliğinin en acı ifadesi.
İşverenlerin “Muhtaç” Gençlere Bakışı
Mürüvvet’in sözlerinden anlıyoruz ki, Eskişehir gibi öğrenci şehirlerinde işverenler, gençlerin çaresizliğini bir avantaja çeviriyor. “Bize muhtaçlar” mantığıyla, sınav haftalarında bile mesai dayatılıyor, asgari ücretin altında ödemeler yapılıyor, 6-12 saatlik vardiyalar sıradan hale geliyor. Bu, kapitalist sistemin en vahşi yüzlerinden biri: Gençlerin emeğini sömürmek, onların eğitim hakkını gasp etmek.
Bu, bir sınıf mücadelesi. Üniversite öğrencileri, ekonomik sistemin en kırılgan kesimi haline gelmiş durumda. Çalışmak zorunda kalan bu gençler, hem işçi sınıfının hem de öğrenci sınıfının yükünü taşıyor. Umut Can’ın haftanın yedi günü çalışması, bu sömürü düzeninin ne kadar acımasız olduğunu gösteriyor. Reklam ajansı kurmak, dövme stüdyosu işletmek gibi girişimler, onun direncini ve yaratıcılığını yansıtsa da, bu çaba bir mecburiyetin ürünü.
Eskişehir’deki bu gençler, sadece kendi hikâyelerini anlatmıyor; bir ülkenin gençlerine nasıl sırt çevirdiğini haykırıyor. Mürüvvet, Nehir ve Umut Can, bir neslin çığlığı. Soru şu: Bu çığlığı duyacak mıyız, yoksa bu gençleri zombi gibi yaşamaya mahkûm mu edeceğiz?
Toplum olarak, devlet olarak, insan olarak bu soruya yanıt vermek zorundayız. Çünkü bir nesli kaybetmek, bir ülkeyi kaybetmektir.